YIL 2000, ET LOKANTALARI ZİNCİRLERİ SAHİPLERİNDEN
KILLI KADAYIF KARDEŞ NE DEDİ?

Mecidiyeköy’ de 5-6 kişilik kadrosu olan bir ajansta çalışıyordum.  O günlerde hızla büyüyen Orta Doğu Arap-Kürt sofrası kebapçı zincirlerinden bir tanesine broşür hazırlıyorduk.

Firmanın reklam işleriyle görevlendirdiği genç ve güzel bir bayan yetkili ile karşılıklı saygı çerçevesinde zevkli bir ön çalışma yapmıştık…

Daha sonra son değişiklikler için bu bayan, patronlardan biriyle geldi. Gelen patron kardeşlerden biriydi, göbeğine kadar açık kıllı göğsü ve gerdanındaki parmak kalınlığındaki altın zinciri ile restoran zincirlerinin servetine ve Abuzer Kadayıf tiplemesine aynen uyuyordu.

Önce parayı, sonra kadını belli bir yaştan sonra gördüğü için yanındaki güzel bayana hava atıyor, grafik tasarım üzerinde istediği olur olmaz değişiklikleri bana yaptırıyor, bayana da  ikide bir “nasıl oldu” diye soruyordu. Bayan kaçamak cevaplar veriyordu, çünkü tasarım artık tasarım olmaktan çıkıyordu. Bay kıllı kadayıf umduğu takdir ve desteği bayandan göremiyordu.

Tasarım katliamına son vermek için son bir şansımı deneyerek hiç de kullandığım bir üslup olmadığı halde, istenilenlerin grafik tasarım kurallarıyla bağdaşmadığını güzel sanatlar okullarında böyle öğretilmediğini söylemek talihsizliğinde bulundum. Aklımca, mektepli olmama sığınacak ve tasarımı kurtaracaktım.

Adam aynen şunu dedi;

-Ben senin gibi güzel sanatlar tahsili almadım, ama bu tasarımın parasını ben veriyorum, senin zevkine göre değil benim zevkime göre yapacaksın. Senin dediğin değil, benim dediğim olacak.

İnanın, herkesin bildiği ve dillerde dolaşan “Kro’yum Ama Para Bende” sözünün bir başka ifadesiydi…O sözü duyar fakat inanamazdım, canlı örneğini o zaman bu muhabbette yaşadım.

Bu muhabbetten sonra; para ile kültürün aynı adamda olmadığını çok daha iyi anladım.

Kıllı kadayıf, bayanın gözünde aklı sıra  bir zafer kazanmıştı… Parasını sokağa atarak berbat bir tasarım yaptırmıştı.

Bir an,  çalıştığım ajanstan istifa etmek aklıma gelmişti, ama hayat şartları vesaire diye özetlediğimiz gerekçeler yüzünden yapamamıştım.

Bu olaydan sonra reklamcılık biliminin kurallarına göre doğru reklam yapmak yerine, müşterinin beğenisine göre reklam yapmak zorunda kalanlara daha bir hoşgörü ile yaklaşmaya çalıştıysam da; asıl reklamcıları bu duruma iten koşullardan nefret etmeye başladım.

Parayı verenin düdüğü çaldığını, kendi parasıyla kendi reklamını rezil edenlerin sayısının da hayli fazla olduğunu zaman geçtikçe daha iyi anladım.

BEBEK KOLTUĞU ve AYI

Türkiye’de ilk beşe giren şehirler arası otobüslerle yolcu taşıyan firmalarından biri,  bebekli bayan yolcuların bebeklerini bedava taşımaktan bıkmış. Çünkü anneler tek kişilik bilet alıp, toplumdaki anneye saygı duygularını kullanıp yanlarındaki boş koltuklara bebeklerini oturtarak adeta gasp ediyorlarmış.

Firmanın üst yönetimi bu duruma son vermek için, aynen otomobildeki gibi bebek koltuğu  modelini uygulamaya karar vermiş.

Bu büyük otobüs firmasının genel müdür yardımcısı bayanı yaklaşık 20 yıldır tanıyordum.

Kendisi yabancı dille eğitim yapan bir fakülteyi bitirmiş, araştırma geliştirme ve sistem analiz uzmanı olarak bazı önemli sigorta, banka ve finans kuruluşlarında çalışmış AYI tiplemesine uymayan, çağdaş ve modern kültüre sahip bir hanımefendiydi…

Ama gelin görün ki, çağdaş bilimin uygulanmadığı ortamlarda insanlar ne hale geliyor…

Bakın ne yapmışlar;

Firmanın üst yönetimi, çeşitli reklam ajanslarından fiyat teklifi almadan önce kendi kafalarından bir konsept ve brief belirlemişler. Demişler ki, biz bebek koltuğu uygulaması başlattığımıza göre, öncelikle bunun için bir bebek koltuğu ve bir bebek gerekiyor. O halde canlı bir bebeği, bebek koltuğuna oturtacağız, bu bebek koltuğunu da otobüs koltuğuna yerleştireceğiz. Sonra bir fotoğrafçı çağıracağız, ve fotoğraf çektireceğiz.

Yani buraya kadar sistem analisti veya ekonomist olarak reklam ajansı adına düşünüp ne yapılacağına hatta nasıl yapılacağına karar vermişler…

Gerçek bebek fotomodeller bulmuşlar, fotoğrafçı çağırmışlar, fotoğrafları çektirmişler, fakat beğenmemişler… Nerede hata yaptık demişler, biz en iyisi bu işi reklamcılara bırakalım demişler. Demişler de bakın nasıl bir mektup yazmışlar;

1-Firmamız yukarıda sayılan gerekçelerle bebek koltuğu uygulamasına geçecektir.
2-Bunun için canlı bebek ile bebek koltuğu resimleri çekilecektir.
3-Fotoğraf çekimi ücreti günlük veya diapozitif rulo film başına ne kadar bir maliyet tutmaktadır? İlave rulo çekimleri ne kadardır?
4-İstanbul’dan şehrimize gelecek olacak fotoğrafçıların yol ve konaklama ücretleri tarafımızdan karşılanacaktır.
5-Sözü edilen fotoğraflar çekildikten sonra,
a)-Bir adet yatay bill-board çalışması yaptırılacaktır, bunun tasarım bedeli ne kadardır.?
b)-Bir adet dikey 50-70 cm afiş çalışması yapılacaktır, tasarım bedeli ne kadardır?
c)-Bir  sayfalık dergi reklamı yapılacaktır, tasarım bedeli ne kadardır?
d)-Bir adet otobüs bileti tasarımı yapılacaktır tasarım bedeli ne kadardır?

Dikkat edilirse, bu kültürlü ve tahsilli üst yönetim sanki 5 tane buzdolabı, 7 adet çamaşır makinesi, 4 adet otomobil satın alır gibi, sanki kapalı zarf yöntemi ile fiyat teklifi alır gibi mektup yazmış.

Üstelik fotoğrafın nasıl çekileceğini, grafik tasarımların hangi ölçülerde nereye uygulanacağı bile belirtilmiş. Bir tek başlık yazısı bulmadıkları eksik kalmış.

Sanki tasarım bilseler oturup bilgisayarda kendileri yapacaklar.

Zaten reklam ajansı nedir ki, 2 grafiker, bir söz yazarı…Bir de müşterilere gidip gelen onların isteklerini ajansa bildiren elçi görevi gören müşteri temsilcisi. Ha bir de onları kullanıp, müşterilere de kullandırtan patron…  herhalde onların gözünde reklam ajansı bu…

Hani bu kültürlü yöneticilere vay ayı vay! diyeceğim de dilim varmıyor… Onları ajans değil matbaa paklar diyeceğim ama matbaaya da yazık.

Neyse, bu bayan benden de bir teklif istedi;
Verdiğim teklif aynen şöyle;


1-Anlatılan brief doğrultusunda ne gibi  reklam konsepti yaratılacağına, bunun içinde fotoğraf çekiminin olup olmayacağına reklam veren değil, reklamcı karar verir.
2-Kanımızca, otobüsteki bebek koltuğu uygulaması konsepti bir adet biberonun otobüs koltuğuna emniyet kemeri ile bağlanması şeklinde de anlatılabilir, konu bebek fotoğrafı yerine sempatik bir bebek karikatür çizimi ile de anlatılabilir, bunun yaratıcılığı reklamcıya aittir, reklam veren sadece elde etmek istediğini anlatmalıdır. Sonuca gidecek en etkili yolu reklamcı saptar ve uygular, zaten reklamcı bunun için reklamcıdır.

3-Fotoğraf çekimi gerekiyorsa bu işlemin İstanbul’daki stüdyolarda yapılması uygundur, 3 makara roll film veya günlük 500 US dolardır. İlave olarak manken, fotomodel ve dekorasyon ücreti alınır.Her ilave makara film için 200 dolar alınır.

4-Reklamcı, mümkün olduğunca müşterisinin bütçesini korumak ve israfı önlemekle yükümlüdür, çok gerekmedikçe fotoğraf ve prodüksiyon masraflarına girmeden, tümüyle yaratıcı grafik çözümlemelerle gereken mesajı vermekten yanadır. Bebek fotoğrafı herkesin aklına gelebilecek bir çözümdür. Reklamcı; etkili reklam yapmak şartıyla, sıradan olanın dışına çıkabilendir.
5-Afiş, billboard gibi uygulamaların her birine tasarım ücreti ödenmesi israftır.
6- Bir defaya mahsus olmak üzere 3000 dolar KONSEPT ve KAMPANYA tasarım ücreti alınır.Bundan sonraki her iş için;
a)-Bill board için 200 dolar uygulama bedeli,
b)-Afiş için 200 dolar uygulama bedeli,
c)-Dergi reklamı bir sayfa olmak zorunda değil, belki bir birini izleyen 2 sayfa halinde olacaktır, belki karşılıklı iki sayfa olacaktır, karşılıklı iki sayfa olursa bilboardın versiyonu, tek bir sayfa olacaksa afişin versiyonu olacaktır, buna da 200 dolar uygulama bedeli,
d) Otobüs bilet dizaynına 100 dolar uygulama bedeli
TOPLAM 3700 dolar.

Genel müdür yardımcısı telefonda şöyle diyordu;

-Faruk bey fiyat teklifiniz diğer ajanslarınkine hiç uymuyor, firmamızın üst yönetimi sizin mesleğinizdeki başarınız ve tecrübeniz hakkında kuşkuya düştü. Dalga geçiyorsunuz gibi bir izlenim edindik.Bu güne kadar çok farklı reklamcı ve matbaacılarla çalıştık, sizin gibi değişik teklif verene rastlamadık. Onlar her bir kalem mal için ayrı tasarım fiyatı çıkarıyorlardı. Kusura bakmayın, başka teklifleri değerlendireceğiz.

Sonradan öğrendiğime göre, diğer reklamcılar her bir kalem için 2000 dolar, 1000 dolar, 3000 dolar fiyat çıkartmışlar, toplam olarak 7-8 bin doları bulmuş…Fotoğraf ile 10 bin doları bulan fiyatlar gelmiş…

Sonunda bu fiyatları yüksek bularak, otobüslerin üzerine logo ve amblemlerini yapan tabelacı grafiker karışımı bir gence bu işi vermişler. Nasıl olsa eski tanıdıkları imiş.

Eski dostum genel müdür yardımcısı bayan bana bu bilgileri verdi…ve ekledi;

-Faruk bey aslında sizinki en makul olanı idi ama alışılmadık bir teklifti. Alışmadıkları için şok etkisi yarattı.. Yine kendi alıştıkları yöntemi tercih ettiler, alıştıkları kişiye iş verdiler…

Demek ki düşünce sistemi de bir alışkanlık, kültür veya kültürsüzlük de bir alışkanlık…

Demek ki bir insan bir mağarada 2 yıl ayılarla yaşasa ayılığa alışacak, insanlığını unutacak…

Demek ki insanlar uyuşturucuya da böyle alışıyor, zulüm ve haksızlığa da böyle… Aptallığa ve salaklığa da böyle alıştırılıyor..

Ayılık da boşuna yayılmıyor demek ki…Sanki birileri bilerek ayı olmamız için uğraşıyor, okumuş ve tahsilli ayılar olmamız için…

AYI BİLEREK AYILIK YAPAR MI?

Ayının biri ile çobanın biri arkadaşmış… Çoban koyunlarını otlatırken çobanın kaval sesi, ayıyı büyülermiş… Ayı çobana bal ve armut getirirmiş. Çoban da ayıya kaval çalar, ona peynir ekmek ve ayran ikram edermiş. Ayı TOPLAYICI olduğu için armudu ve balı doğadan bulur ama peynir ekmeği ve ayranı ancak ÜRETİCİ OLAN çobandan temin edermiş.

Bir gün ayı peynir ekmeği yemiş, toprak çanaktan ayranı içmiş, kaval ezgilerinin de etkisiyle çobanın yanında uykuya dalmış.

Bir sinek ayının burnuna konup duruyormuş. Arkadaşının rahatsız olduğunu gören çoban avucunu yarım yumarak elini ayının burnundaki sineğe doğru sallamış, ayı uyanmış ama çoban da sineği bir hamlede yakalamış.

Ayı korkuyla irkilmiş, ne oldu ne yaptın bana demiş.Çoban da durumu anlatıp avucundaki ölü sineği göstermiş… Ayı, çobanın bu inceliği karşısında nasıl teşekkür edeceğini bilememiş.

Aradan günler geçmiş. Bir gün çoban uyuya kalmış. Bala üşüşen sineklerden biri de çobanın bal bulaşmış ağzına yüzüne konmaya başlamış.

Bunu gören ayı, teşekkür borçlu olduğu sevgili dostunu rahatsız eden bu küçük yaratığa öyle öfkelenmiş ki, yaradana sığınarak sineğe müthiş bir şamar patlatmış.

Uyurken yüzüne 150 kiloluk çivili balyozu yemiş gibi olan çoban, son nefesini verirken kanlar içindeki suratında sağlam kalan tek gözüyle ayıya bakarak ve yarım kalan ağzıyla ne yaptın ayı kardeş? diyebilmiş.

Ayı da; galiba ayılık yaptım, demiş ama çoban bunu duyamadan göçüp gitmiş…

Ayılarla arkadaş olanlara öğüt; ya ayı gibi ayı olacaksınız, ya da ayılara karşı dikkatli olacaksınız… 

AYIYDI AMA KOCAMDI, MAĞARAYDI AMA EVİMDİ DEMİŞ

Bu hikayeyi ben 5-6 yaşlarındayken babam anlatırdı. Ben defalarca dinler yine de bıkmazdım.Babama da annesi anlatırmış… Ben babaannemi görmedim, siyah beyaz ve sararmış fotoğraflarını gördüm.Tam bir Osmanlı hanımefendisiydi resimlerde. Babam, babasını 5 yaşındayken kaybetmiş, babamı babaannem büyütmüş ve evlenmemiş. Babam 1922 doğumlu. Mustafa Kemal’in orduları galip gelince, babamın babası Osmanlı zaptiye komiseri (polis komiseri) Abdullah Efendi babamın adını Galip koymuş.

Hikayemiz  bir gerçek bir ayıyla evlenmek zorunda kalan bir köy kızını anlatıyor. Hikayenin ana fikri evliliğin ne kadar kutsal bir şey olduğunu, yuva kurmanın ne kadar vazgeçilmez olduğunu savunmak. Belki de mutluluğun bir alışkanlık olduğunu savunmak…

Değişik bir açıdan bakıldığında ise insanların ayıya ve ayılıklara da nasıl alıştığını göstermesi bakımından ilginç…

BEBEK KOLTUĞU VE AYI başlıklı yazımda belirttiğim gibi insanın 2 yıl ayı ile yaşayıp ayıya alışması konusunda verilecek en  çarpıcı örnek, babamdan dinlediğim en az iki yüzyıllık olduğunu sandığım bu Osmanlı öyküsü…

Hikayedeki tekerlemeler de benim çok hoşuma giderdi. Asıl bu tekerlemeler hikayeyi zevkli veya acıklı kılardı…

Köyün birinde annesi, babası ve iki ağabeyi ile yaşayan bir genç kız varmış…Bu genç kız annesine yardım eder, çamaşır yıkar, çamaşırları bahçeye serer, rüzgarda kuruturmuş…

Bir gün bu genç kıza ormandaki gerçek bir ayı aşık olmuş. Ağabeylerinin  keklik avına, babasının da tarlaya gittiği, annenin de mutfakta yemek yaptığı sırada kız bahçede yine çamaşır asıyormuş…

Arkasından sessizce sokulan ayı, genç kızı astığı çamaşırlarla beraber yakalayıp, bohça gibi omzuna vurmuş ve iki ayak üzerinde koşarak oradan uzaklaşmış… Kız yüzüne dolaşan çamaşırlardan bağıramamış bile…

Epey uzun bir yol kat eden ayı, ayak izleri belli olmasın diye taşlık ve kayalık arazilerden geçmiş. Ayının omuzunda heybe gibi taşınan genç kız, ayının iriliğinden ve yaşadıklarından korkarak bayılmış…Ayı günler ve geceler boyu yol almış iyice uzaklaşmış. Sonunda mağarasına ulaşmış…

İri bir kayayı iterek mağaranın kapısını açmış, kızı içeri koymuş ve yiyecek bulmak için dışarı çıkıp kayayı yine kapatmış. 2-3 adam gelse dev kayayı yerinden oynatamazmış.

Neyse uzatmayalım, bu dev gibi ayı bu genç kıza çok iyi bakmış. Ona meyveler, yemişler, ballar getirmiş. Hatta ördek, bıldırcın, kaz gibi hayvanları da avlayıp getirmiş. Kızcağız tıpkı mağara devri insanları gibi, taşları birbirine çarptırarak çıkan kıvılcımla kuru otları yakarak ateşte et pişirmesini bile öğrenmiş…

Tıpkı Amerikan filmindeki dev maymun King-Kong’un gökdelendeki genç kıza aşık olması gibi, burada da bu LOVE STORY’nin bizim AYI versiyonunu ilgiyle dinliyordum babamın İstanbul Türkçe’sinden  her seferde…

Babamın deyimiyle, aradan zaman geçmiş, bu kız da ayıyı sevmiş ve evlenmişler, yani karı koca olmuşlar…  Çünkü ayı kızı çok seviyormuş onun bir dediğini iki etmiyormuş… Kız da kendisini çok seven bu ayıya iki tane erkek çocuk hediye etmiş…

Hikaye bu ya, yarısı tüylü yarısı tüysüz…yarısı ayı, yarısı insan iki tane yavru dünyaya getirmiş…

Yıllar geçmiş… Yavrular 5-6 yaşlarına gelmişler.

Artık ayı mağaranın önündeki kayayı kapatmıyormuş, karısının kaçmayacağını biliyormuş, kızın da zaten kaçmaya niyeti yokmuş… Köyünü, ailesini filan unutmuş…yeni hayatından memnunmuş…

Kızın annesi kederinden ölmüş, hem kızını hem karısını kaybeden babası da çok geçmeden üzüntüsünden ölmüş… Kalan iki ağabeyi ise kız kardeşlerini iki ayaklı bir ayının kaçırdığını anlamışlar ama, ayının izini bir türlü bulamamışlar…

Ama aramaktan da vaz geçmemişler. Anne ve babaları da öldükten sonra kız kardeşlerinin ya ölüsünü ya dirisini bulmaya and içmişler.

İşi gücü bırakıp ellerinde tüfekleri ile kız kardeşlerini yıllardır arar dururlarmış…

Günün birinde dağların tepelerinde bir yerde kız kardeşlerinin türkü söyleyen sesini duymuşlar, kulaklarına inanamamışlar…

Sese doğru yaklaşmışlar, bir tepenin ardına saklanıp bakmışlar, bir de ne görsünler?

Kız kardeşleri  mağaranın bahçesinde yine çamaşır asıyor… Kardeşlerinin etekleri etrafında oynayan yarı insan yarı ayı iki çocuk…Bu kez de gözlerine inanamamışlar…

Etrafı kolaçan edip baba ayın olmadığına kanaat getirince, doğru kız kardeşlerine koşmuşlar. Yılların hasretiyle kız kardeşleri de onları görünce sevinmiş, bir birlerine sarılmışlar, ağlaşmışlar, koklaşmışlar.

Kız başına gelenleri bir çırpıda anlatmış…Erkek kardeşleri hayretler içinde kalmışlar, kız kardeşlerini bu ilkel hayattan ve bu ayıdan kurtarmak istemişler, bizimle gel ayı kocan gelmeden kaçalım buradan, evimize dönelim demişler. Babamız, annemiz senin hasretinden öldü, hiç olmazsa ruhları rahat etsin demişler.

Kız bir an düşünmüş, siz gidin beni burada bırakın, benim evim burası, ayı dediğiniz de benim kocam, beni bir gün bile incitmedi, bana çok iyi davrandı, demiş…Annem babam benim mutlu olduğumu bilselerdi üzülmezlerdi, demiş.

Bunlar da benim çocuklarım onları da bırakamam, demiş ve yarı ayı yarı insan olan  yavrularını göstermiş. Ağabeylerinden biri onları da alırız yürü gidelim, demiş. Öteki ağabey, nasıl alırız, köyde bize ne derler, bu yaratıkları görünce alay ederler, onlar burada kalsın demiş.

Kız demiş ki, bakın daha eve dönmeden kavga ediyoruz, bana ve çocuklarıma saygınız yok ben gelmem siz gidin, senede bir iki defa gelirseniz hasret gideririz ama kocam görmesin parçalar sizi, size zarar gelsin istemem, hadi ne olur şimdi gidin diye yalvarmış…

Ağabeyler bakmışlar ki kız kardeşleri kararlı, ve ayının da gelme ihtimali var, hemen vedalaşıp oradan ayrılmışlar…

Ayrılmışlar ama oradan uzaklaşmamışlar.10-15 metre ötede bir yerde pusu kurup ayının eve dönmesini beklemişler. Niyetleri kız kardeşlerini ZORLA DA OLSA O HAYATTAN ve AYIDAN KURTARMAKMIŞ…

Hava kararmaya yakın ayı eve elinde yiyeceklerle gelmiş. Ağabeyler böyle evine bakan bir ayıyı görünce çok şaşırmışlar. Nefeslerini tutmuşlar.

Ayı hemen durumu anlamış. Burada insan kokusu var, adam kokusu var, buraya kimler geldi? demiş…Kız artık ayının dilinden anlar olmuş, ayının homurtularından ne dediğini kelimesi kelimesine anlıyormuş…

Kız doğruyu söylemiş, ağabeylerim izimi bulmuşlar, beni almaya geldiler ama ben gitmedim, seni ve evimi bırakmadım, onları ikna edip yolladım, senede bir iki defa  gelip beni görecekler ne olur izin ver, bize kötülük etmeyecekler, sen de onlara zarar verme, demiş…

Ayı şöyle bir havayı koklamış, onlar buradalar gitmemişler ki, demiş ve iki kardeşin saklandığı kayalara doğru koşmaya başlamış…

Ayının kendilerine doğru geldiğini gören kardeşler  hemen ayağa kalkıp tüfekleriyle ayıya nişan almışlar, ayı onları görünce durmuş, iki ayak üzerine kalkmış, ellerini kaldırıp ateş etmeyin demeye getirmiş ama… zaten kardeşler ayıyı öldürmeye niyetli imişler…

İki el silah sesi, kızın çığlıkları arasına karışmış. Kız kocasının cansız kıllı bedenine sarılıp ağlarken, yavrular da ayı babalarının üzerinde ağlaşıyormuş…

Ağabeylerden biri kız kardeşini ayının cansız bedeni üzerinden söküp almış, diğer kardeş tüfeğini yarı insan yarı ayı olan çocukların üzerine doğrultmuş…İki el silah sesi daha kızın yürekleri parçalayan feryadına karışmış…

Ağabeylerden biri hıçkırıktan boğulan kız kardeşini omzuna atmış, geride üç cansız beden ve ocağı tüten bir ev bırakarak doğru köyün yolunu tutmuşlar.

Genç kız nasıl ayının sırtında bu mağara evine gittiyse, şimdi BİR BAŞKA AYININ sırtında baba ocağına dönüyormuş…

Baba ocağında, kız kardeşin saçı hemen ağarmış bembeyaz olmuş… Ağabeylerine hizmet etmiş, yemek yapmış, çamaşır yıkamış ama, kendisini hizmetçi gibi, köle gibi hissetmiş… Bir türlü mutlu olamamış, hep kocasını ve yavrularını özleyip durmuş, gizli gizli ağlamış.

Bir gün ağabeyleri bunun ağlamalarına dayanamamışlar, kızmışlar ve bağırmışlar… Adam yerine bir ayıyla oturuyordun, ev yerine çalı çırpıyla yaşıyordun, kıllı çocukların vardı, şimdi niye mutsuzsun, buldun da bunuyor musun? demişler.

Kız kardeş de; AYIYDI, UYUYDU, KOCAMDI YA… ÇALIYDI, ÇIRPIYDI EVİMDİ YA…KILLIYDI MILLIYDI YAVRUMDU YA, demiş…

Eee ben de çocuk aklımla bu tekerlemeye hüngür hüngür ağlardım, bu öyküyü babamdan her dinlediğimde.

Bu hikayenin sizlere ulaşmasına vesile olan babaannemin ruhu şad olsun, mekanı cennet olsun. 85 yaşındaki babama da Allah uzun ömürler versin… Bu hikayedeki hangi ayıya kızayım bilemiyorum şimdi…

Ama bildiğim bir şey var ki, ister dört ayaklı, ister iki ayaklı olsun, ayıların ayılıklarına alışmak ya da alışmamak… galiba bütün mesele bu…  

Ben o kız kardeş gibi,  iki ayaklıların ayılıklarına bir türlü alışamadığım için geyik muhabbeti yerine bu ayı muhabbeti sayfasını oluşturdum, dört ayaklılardan özür dileyerek…