KARİKATÜRCÜLÜK ve REKLAMCILIK

(ERDOGAN KARAYEL TARAFINDAN  ALMANYA'DA YAYINLANAN DON KISOT DERGISININ SORULARINA FARUK CAGLA TARAFINDAN VERILEN YANITLAR)

 

SORULAR;

1) kendi mizah anlayisin dogrultusunda karikatürün tanimi?

2) türkiye'de ve dünyada karikatür.. aradaki farkliliklar?

3) günümüz mizah dergileri mizah acisindan doyurucu mu?

4) 50 yil önceki karikatür anlayisiyla bugünkü anlayis arasindaki farklar?

5) yarisma jurilerinin olusturulmasi sence nasil olmali?

6) reklamcilik ve karikatür arasindaki iliski nasil sence?

7) don kisot dergisinin artilari ve eksileri?

8) son dönemlerde tartisilan "taklit karikatür" konusundaki görüslerin?

9) dernek yönetimi ile üyeler arasindaki kopukluk.. artan üye sayisina

karsin ters oranda gelisen hiziplesme ve ayrismanin nedenleri?

10) üretken bir cizer olarak, genc cizerlere önerilerin..

 

CEVAPLAR:

1) kendi mizah anlayisin dogrultusunda karikatürün tanimi?

 

Kendi mizah anlayışım doğrultusunda karikatürün tanımı ile, kendi mimarlık anlayışım doğrultusunda mimarlığın tanımı veya kendi doktorluk anlayışım doğrultusunda hekimliğin tanımı gibi;  sorunun veya cevabın içinde "kendi anlayışı doğrultusunda" demek zaten başlı başına bir mizah !  Soru; "sizce karikatürün tanımı nedir" şeklinde olabilirdi.

 

Doğal olarak tanımı tanımlayan kişi kendince ve kendi anlayışı doğrultusunda tanımlayacaktır. "Kendi mizah anlayışınız doğrultusunda demek, entellektüel bir fazlalık bence."Başkasının mizah anlayışına göre cevap vermeyin ha", gibi bir uyarı mı saklı acaba??? Öyleyse cevap verecek kişiye güvensizlik var demektir.

 

Bana birisi karikatürün tanımını sorsa elbette kendi mizah anlayışıma göre tanımlayacağım, bir mimara mimarlığın tanımı sorulsa elbette kendi yorumuna göre tanımlayacak.. Her meslek grubundaki kişi icra ettiği mesleği pek doğaldır ki kendi anlayışına göre, kendine göre (subjektif) olarak yorumlayacaktır.

 

Ama bu ne kadar genel, objektif (tarafsız) ve bilimsel olur, bilinmez.

 

Kısaca bana ve diğer çizerlere "sizce (size göre) karikatürün tanımı nedir", diye sorulsaydı daha doğru olurdu. Dahası; "karikatür nedir, sizin karikatür tanımına ilave yorumunuz var mı" şeklinde de sorulabilirdi. Yada daha formülleştirirsek; "karikatürün en genel ve en tarafsız tanımı nedir, sizin bu  tanıma ilave yorumlarınız nedir" şeklinde de sorulabilirdi. Ben olsaydım, "sizin objektif ve subjektif karikatür tanımınız nedir" diye sorardım, tabii gelen cevaplar arasında "soruyu biraz açar mısınız?" şeklinde cevap olmayan sorular da bulunabilirdi.

 

Bana madem ki sordunuz, söyleyeyim; karikatürün tanımı yapılmaz. Karikatür çizilir ! Olmuşsa karikatür olur, belleklere çizilir, olmamışsa belleklerden silinir!!!

 

Şimdi bu yazdıklarım, soruyu soran kişiye pek sempatik gelmemiştir. "Adam daha ilk cevabını vermeden bizi eleştirmeye kalktı, kusur buldu, ne gıcık herifmiş bu" denilmiş olabilir. Özellikle böyle yaptım, "eleştiri" konusuna girmek için. Buraya kadar ki okuduklarınız "yazı ile yapılan" eleştiridir.

 

Bu yazılanları televizyonda veya tiyatro sahnesinde söz düellosu şeklinde oyuncular vasıtası ile canlandırabilseydik bu piyes veya tiyatro olacaktı.

 

Bunu kağıt üzerinde çizgilerle anlatmayı başarabilseydik, bu karikatür olacaktı (buna da eleştiriyi çizgiyle yapmak diyebiliriz).

 

Mesela bunu hemen şimdi bir canlandırmayla deneyelim;

Harıl harıl karikatür çizmekte olan, masasının üzeri ve duvarlarında çizdiği karikatürler bulunan bir karikatürcüye, röportaj yapan kişi şu soruyu soruyor;

-Kendi Y O R U M-UNUZLA karikatürün tanımını yapar mısınız?

Karikatürcü soruyu duyuyor ama cevap vermiyor.

Karikatürcü boş bir kağıt alarak, kendi portresini çizmeye başlıyor. Kendisinin elini yukarıya kalkmış dev bir kurşun kalem tutmuş sıkılı bir yumruk gibi çiziyor, portresine

haykıran bir yüz ifadesi verip konuşma balonunun içine de şunu yazıyor;

- "Y O R U M- lamı Y O R U M !!!!! TANIMLAMI- Y O R U M !!!!  ÇİZİ- Y O R U M !"

 

İşte bu sahnelenirse tiyatro, 2-3 karede (veya başarılabilirse tek karede) çizilirse karikatür, animasyon film olarak hareketlendirilebilirse çizgi film (animasyon) olmaz mı?

 

Şimdi, karikatür denilen sanatta iki temel öğe var; Birincisi; resim, şekil, suret veya çizgi.

( yani gözün gördüğü; elle tutulan, somut, müşahhas, maddi, özdeksel)

 

İkincisi; konu, muhteva, ana fikir, concept (konsept), tema (theme), senaryo, hikaye, kurgu, . (yani; gözün göremediği, soyut, mücerret ve ancak çizgi ile görünebilir hale gelebilen, manevi, tinsel)

 

Karikatür bu iki maddi ve manevi, madde ile ruha benzeyen kavramların yaratıcısının düzeyine , kalitesine ve niteliğine göre oluşmuş mükemmel, etkili ve ekonomik bir görsel sanat dalıdır.

 

Bana göre, karikatürün amacı MESAJ vermek veya MASAJ yapmaktır. Her ikisi de bedene değil, beyine yapılır. Bazı beyinler vardır, mesajı kolayca alır, bazı beyinler vardır mesaj almaya kapalı hale getirilmiş veya yıkanmıştır (aslında kirletilmiştir), onlara mesaj değil masaj lazımdır, karikatür değmeden, dokunmadan bile bunu başaran bir sanattır.

 

İster adına mesaj diyelim, istersek masaj diyelim; karikatüre bakan kişi karikatüre bir tepki verir. Bu tepkiler; sevmek, yaşama sevincini hissetmek, gülmek, gülümsemek, kahkaha atmak, düşünmek, şaşırmak, cahilliğinden uyanmak, öğrenmek, hüzünlenmek, acımak, kızmak, hiddetlenmek, mahkemeye vermek, tazminat davası açmak, şu çizeri çizemez hale getirin şeklinde emirler vermek gibi olabilir.

 

Karikatür, çizgiyle yapılan mizah (gülmece-humor) sanatı da denilebilir ama tümüyle doğru olmaz. Karikatür çizgiyle yapılan HİCİV (yergi- satire) sanatı da denilebilir, bu da kısmen doğru olabilir. Karikatür çizgiyle yapılan DÜŞÜNDÜRME sanatıdır, denilse bu da eksik kalır. Buna da kara mizah (Black Humor) diyorlar, düşündüren ama gülümsetmeyen, acı gülüş mizahı vs. diyorlar.

 

Karikatür, resim sanatından kesinlikle beslenmiş ve hatta onun içinden çıkmış başlı başına ayrı bir sanat dalı haline gelmiştir. Ama kesinlikle expressionist yani dışa vurumcu- ifadeci-ifadeyi abartıcı veya "mesaja ağırlık verici" bir prensibi ve misyonu vardır.

 

Kısa, ani ve etkin algılanma ve algılatma tarzıyla da poster, afiş, bildiri vs. niteliği ile de grafik sanatların da komşusudur.

 

Beyinlere Mesaj veya Masaj özelliği ile de reklamcılığın komşusudur. Karikatüre metin yazmak, bir yönüyle gazetecilik, bir yönüyle de reklam metin yazarlığıdır. Bu konuya reklam-karikatür ilişkisi sorunuzdaki cevabımla değineceğim.

 

Karikatür çok ekonomiktir;

Karikatür çok kaliteli ve pahalı beyinler tarafından üretilmiş olmasına rağmen, üretim aracı olarak (pahalı beynin dışında) çok ucuz malzeme olan beyaz kağıt, siyah iz bırakacak bir kalem (kurşun kalem veya flomaster, veya kömür füzen, veya yanmış kibritin ucu vs.) ile siyah beyaz olarak da çizilebilir. (siyah kağıda beyaz kalemle de çizilebilir, istenirse). İlkel çağlardaki gibi mağara duvarlarına kanla bile çizilebilir. Yine günümüzün ilkel çağlarındaki gibi hapishane duvarlarına veya tahta ranzalara  çakıyla veya çiviyle de çizilebilir.

 

Karikatür sanatı için ışık ve spotlar, kostümler, kameralar, oyuncu kadrosu, adına para denilen resmi damgalı kağıtlar filan gerekmez.

 

Karikatür üretim aşamasında bu yönüyle çok ucuz, çok mütevazı (alçakgönüllü) bir sanattır.

Tek ihtiyacı üretecek olan çok kaliteli bir beyin, ve çizecek olan yetenekli bir bilektir.

 

Esas sorun karikatürün tüketilmesindedir.

 

Karikatürün tüketilmesi için de bunun da  tüketiciye ulaşması veya  ulaştırılması gerekmektedir. Asıl zurnanın zart dediği veya zırttan, zurta, zurttan da zarta kadar çeşitli makamlarda çaldığı yer de burasıdır.

 

Bunun için sadece ak kağıt ve kara kalem değil, bobinlerce ve tonlarca ak kağıt, şişelerce ve kilolarca mürekkep denilen matbaa, yani baskı teknolojisi, yani endüstri ve teknik gereklidir. Ve bunun için de yine bu teknoloji ile basılmış, resmi damgalı adına para denilen başka tür bir kağıda ihtiyaç vardır.

 

Bu da ne yazık ki karikatür çizenlerin elinde değil, başka ellerin elinde bulunmaktadır.

 

İşte sanırım bu para denilen renkli kağıt olmadan, renkli karikatür basıp, yayıp, dağıtmak ve ulaştırmak eylemine de Don Kişot olmak deniyor.

 

Hiç resmi damgalı renkli kağıt almadan , karikatür denilen renkli kağıtları da çizmek yine  Don Kişot olmak anlamına geliyor.

 

2) türkiye'de ve dünyada karikatür.. aradaki farkliliklar?

 

Bilindiği gibi karikatür; yaratıcısı, buluşçusu veya çizeri tarafından, çok nitelikli bir beyin ve yetenekli bir el tarafından hiç de pahalı olmayan koşullarda ( karikatürcünün yetişme koşullarının çok pahalı olmasının dışında) üretildikten sonra tüketim aşaması, okuyucuya ulaşması sadece gazete ve dergi yoluyla olmuyor.

 

Karikatürün, okuyucu veya seyirciye ulaşması için bir matbaa veya basım endüstrisine (-ki bu kitleye ulaşma araçlarına reklamcılık deyimiyle MECRA (kanal) denir.) ihtiyaç duyulduğunu bilen ve  karikatürün etkileme gücünü gören bazı akıllı yatırımcılar Türkiye'de ve Dünya'da mizah dergileri çıkardılar. Bunu ve bu dergileri herkes biliyor.( Dergi konusuna biraz sonra döneceğim)

 

Bilinen klasik karikatür mecraları (karikatürün kitleye ulaşma araçları) şöyle özetlenebilir;

a) Süreli ve periyodik (haftalık, on beş günlük, aylık vs.)yayın olarak karikatür dergileri.

b) Günlük gazetelerde mizah sayfaları, günlük gazetelerde köşe yazarlarının yazılarının kenarında veya içinde çizerlere ayrılan yerler, yada çizerlere bağımsız verilen yerler, baş sayfada yer alan baş makale tarzındaki karikatürler.

c)Çizerlerin yayınladığı kişisel karikatür albümleri.

d)Karikatür Yarışmalarında yer alan karikatürlerden oluşan yarışma albümleri.

e) Aslında karikatür dergisi olmayıp; haber dergisi, meslek dergisi, sanat dergisi, erotik dergi vs gibi olan dergilerde karikatürcülere verilen tam sayfa veya 2 sayfa, veya yarım sayfa alanlar, yada yazının yanında veya içinde yer alan yarı illüstrasyon, yarı karikatür şeklindeki yazıya destek çizimler.

 

Unutmadan geçmeyelim, kitleye ulaşmak için karikatürcülerin açtıkları sergilerin pek azı şanslı olabilmiştir. Bu kanal, masraflı ve başlı başına umutsuz bir mecra ve maceradır, Türkiye'de.

 

Türkiye ve dünyada karikatür denince sanat ve siyaset, sanat ve hakim olan sistem sosyo-ekonomik ve politik olarak ister istemez devreye girecektir.

 

Sanata biraz ilgi duyanların bile nasıl edindiklerini hatırlamadıkları az buçuk akıllarında kalan ve sanat denilince hemen hatırladıkları Rönesans, Mikelanj (Miguel Angelo), Leonardo da Vinci, Raffael, Pablo Picasso gibi isimler vardır. Tıpkı kolalı içecekler denilince Coca-cola ve Pepsi'nin hatırlanması gibi.

 

Sanat eseri denilince Mona Lisa veya Guernica gelir akla, sanat akımları ve temsilcileri denilince de hemen Renoir ve  Empresyonizm (Impressionism- izlenimcilik) veya kulağını kesen Van Gogh gelir akla. Bir de  Picasso ile Kübizm( Cubism).

 

Ama kimse bu sanat akımları nasıl doğmuş, niçin gelişmiş, bu sanatçılar nasıl yaşamış, eserlerini kimler almış, kimler satmış diye düşünmez.

 

Üstelik bu bilgiler bize nasıl ulaşmış, kimler üretmiş bu bilgileri, sanat sadece Avrupa'da mı varmış demez.Mesela amblem sanatının ilk ve mükemmel örneklerinin Asya kökenli olduğunu kimse bilmez. Bilgi'nin kaynağını hep batı zannederiz.

 

Cola'yı nasıl içiyorsak, bu bilgileri de içeriz ve hatta üstüne bir de geğiririz.

 

Oysa bilmeyiz ki, emperyal kültür; sanat tarihini, içinden çıktığı maddi koşullardan sıyırarak bize sadece üstün sanatçıların sanatı, sanat akımlarının tarihi veya büyük eserlerin tarihi diye üç ana saptırmaca ve yutturmaca içerisinde sunar.

 

Mesela, Mikelanj'ın Sixteen Chapel'inin tavanına yaptığı İncil'den sahnelerin yer aldığı resimlerin hepsinin aslında bir çizgi roman ve illüstrasyon olduğunu kimse söylememiştir gazetelerde, sanat dergilerinde veya güzel sanatlar fakültelerinde.

 

Miguel Angelo (Mikelanj'ın) 'nun müşterisinin de Klise ve Papa olduğunu, Miguel Angelo'nun da bu günkü reklam ajansına benzer bir atölyenin patronu olduğunu çok az kimse bilir.

 

O boyaların, o işçilerin parasını kim vermiştir ve niye vermiştir???

 

O resimler sanatçının iç dünyasını yansıtan bağımsız bir iradeyle mi yapılmıştı, yoksa bir emir ve komuta zinciri içinde bir düşünceyi, bir fikriyatı (ideolojiyi) yansıtması için özel olarak sipariş edilmiş ve ressamına kısmi ve sınırlı bir özgürlük alanı bırakılan ısmarlanmış işler miydi???

 

Burada hakim olan siyasi ve ekonomik yapı ile sanat üretimi arasındaki bağlantıya dikkat çekmek ve konuyu karikatüre getirmek istiyorum.

 

Renoir (Renuvar)'in yükselen Fransız burjuvasının ve geleneksel elit Fransız aristokrasisinin gece kulübü eğlencelerini veya piknik sahnelerini bir tül perde arkasından bakarmış gibi yumuşak ve eriyen ışıklarla yarattığı nefis impressionist tablolarının arkasındaki finans kaynağının zengin Fransızlar olmadığını kim söyleyebilir?

 

Picasso'nun kübizminde, Cezanne'ın sert expressionist çizgilerinin  ve adını kimsenin bilmediği George Braque denilen kübist ressamın etkilerinin olmadığını kim söyleyebilir? Kübizminde sanayi devriminin etkisiyle her şeyin makineleşmesi ve her şeyin acımasız hale gelmesinin etkilerinden neden kimse bahsetmez.?

 

Köşeleri sivrilen ve keskinleşen acımasız ve vahşi bir dünyanın ürünü değil midir kübizm?

 

Her sanatçı şu yada bu şekilde o koşulların veya o sistemin siparişleri ile, dayatmaları ile, ısmarlamaları ile karşı karşıyadır. Kurnazlık becerisine göre araya kendisi için ürettiği muhalif eserlerini sıkıştıracaktır veya kendisi gibi olanlarla güç birliği ve dayanışma içine girecektir. Stratejik zekasına göre zaman zaman hakim düzenle ittifaka veya barışa girecek, zaman zaman çeşitli dozlarda itiraz hakkını ve serbest yaratma gücünü kullanacaktır. Ancak öyle yaşayabilir, var olabilir çünkü. (Eray Özbek bu konuya çok güzel değinmişti, sorulara verdiği yanıtlarda.)

 

Yunus Emre'nin dediği gibi;

"Be hey Yunus sana söyleme derler,

Ya ben öleyim mi söylemeyince."

 

İşte Yunus gibi öyle de öldük, böyle de diyerek, karıncanın belini incitmeden yapacaktır yapacağını. İslam'daki namaz öncesi ve ilişki sonrası abdest alma olayına, "yetmiş iki millet elin yüzün yumaz değil" diyerek inceden dokunduracak, sırat köprüsünün üstüne "varıp evler kurasım gelir" deyip, ya dalgasını geçecek yada keramet sahibi gibi görünecektir.

 

İşte İngilizlerin "Fine art" dedikleri "ince sanat" zaten buradadır. Fransızların "Beaux Art" dedikleri  "güzel sanat" da budur. Kuşkusuz karikatür bir güzel sanattır.

 

"Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm" diyen Yunus'a, "çizgiye, renge büründüm, ak kağıtta karikatür diye göründüm" diyerek selam yollayalım, umarız ki kabul buyurula.

 

Tarihin her döneminde sanat, egemen güçlerin kullandığı, yararlandığı önemli bir silah olmuştur. Bir tek Türkiye bunu kullanmamaktadır. Bunu da sabrı olanlara ilerleyen satırlarda sunmaya çalışacağım.

 

İlkel kavimlerde sanat büyücülerin ve Şamanların elinde, toplumu etkilemek, bir düzene sokmak için düzen tarafından TOTEMLER veya Tiyatro dans giysileri şeklinde kullanılmıştır.

(Ecevit'in 1974 Kıbrıs çıkartmasındaki bakanı rahmetli Turhan Güneş'in bir sözünü hatırladım şimdi; "her düzende bir düzen, bir düzülen vardır.")

 

Rusya'da 1917 proleter devriminden sonra, sosyalizmi öven ve belleklere kazıyan heykeller ve resimler yaptırılmıştır, tıpkı rönesanstaki klisenin ısmarlama sanat yaptırması gibi.

 

1989'da Sovyet Rusya'nın dağılmasından sonra, Türkiye'de tanışmış olduğum bir çok Azerbeycan'lı ressam dostum, "eskiden Lenin ve Aliyev resimleri yaparak karnımızı doyuruyorduk, veya yaptığımız çiçek resimlerini bile devlet satın alıyordu. Şimdi bu imkanımız kalmadı, bu yüzden Türkiye'ye geldik. Şimdi mutfaklara asılmak üzere meyve resimleri, salonlara asılmak üzere manzara resimleri yapıyoruz, ancak Türkiye'de böyle yaşayabiliyoruz" demişlerdi.

 

1923 Atatürk Devrimlerinden sonra da bunun benzerleri Türkiye'de yaşanmıştır. Alman ve Avusturyalı heykeltıraşlara ısmarlanan Atatürk heykelleri, Avrupa'da tahsil görmüş Türk ressamlarına ısmarlanan Atatürk ve kurtuluş savaşı resimleri gibi. İbrahim Çallı'nın ünlü Atatürk portresi gibi.Hatta yerli malı haftası için İhap Hulusi'ye ısmarlanan  afişler gibi resim, heykel ve grafik sanatların hakim sistemle çıkar ilişkisi içinde olduğunu görüyoruz.

 

Osmanlı'da ise ressam yerine istihdam edilen minyatürcüler, gelen Fransız elçisinin Topkapı sarayında karşılanmasını saraydan maaş alarak resmederlerdi. Yada şehzade bilmem kimin şatafatlı sünnet düğününü tarihi bir belge olarak çizerlerdi.Belki de fotoğrafçının görevini üstleniyorlardı.

 

Tanzimat fermanı ve Meşrutiyet dönemi ile Osmanlı'da karikatürün yaygınlaşmaya başladığını sayıları ancak 1-2 tane olan karikatür tarihçilerimiz ve eleştirmenlerimiz sayesinde öğrenebildik.

 

1890-1915'lerde batıda yayınlanan gazetelerde ( dikkat buyurun, gazete denilen kitleye ulaşan mecra kanalında) Osmanlı devletinin Rusya veya Batı ülkeleri ile yaptığı savaşların bin bir güçlükle çekilmiş ilkel siyah beyaz cephe fotoğrafları gazetelerde yayınlanırken, net çıkmayan bu resimlerin klişe gravürleri de basılıyordu, ve bu klişeleri yapan ressamlara da klişe ressamları deniliyordu. Artık, Renoir, Cezanne, Picasso, Salvador Dali filan yok, klişe ressamları vardı.

 

Picasso ve Cezanne'ın yağlıboyaları burjuva duvarlarını süsleyip bu duvarlara bakabilen 10 kişinin emrinde iken, veya müzelerde kısıtlı ziyaretçilerin seyrine açık halde iken, gazetelerdeki klişe ressamlarının çizgileri yüz binlere ulaşıyordu..(Dikkat buyurun, teknoloji ve karikatüre doğru usulca yaklaşıyoruz).

 

Her ne kadar Osmanlı'ya matbaa 250 sene geç girmişse bile, Osmanlı'da  Bab-ı Ali ( Bab: kapı, Ali; yüksek) denilen Sadrazamın (başbakanın) yüksek kapısının çevresinde bulunan Cağaloğlu semtindeki gazetelerde çalışan ressamlara da klişe ressamı veya matbaa ressamı deniyordu. Dikkat buyurun, bunlar yağlıboya tablo çizmez, natürmort ve peyzaj yapmaz, siyah beyaz portre çizer veya olayları resmederlerdi.

 

Yine batıya dönersek, batılı gazetelerde savaş fotoğraflarının yanı sıra Osmanlıyı hasta adam olarak tasvir eden, yatağa düşmüş Abdülhamit, başında ölmesini bekleyen Almanya ve Fransa şeklinde kompoze edilen (dikkat buyurun; güldürmeyen, düşündürmeyen ve sadece HASTA ADAM MESAJINI ileten,) ve görevi sadece hasta adam mesajını belleklere kazıyan ve bu gün adına ancak illüstrasyon (resimleme) diyebileceğimiz, hiçbir karikatürcü zekası izi taşımayan, sadece resim özelliklerini barındıran ve fotoğraf ile anlatılması mümkün olmayan (dikkat; demek ki fotoğraf ile anlatılması imkansız olması lazım karikatürün, yoksa niye karikatür çizilsin? Karikatür yerine pekala fotoğraf da  konulabilirdi!), sadece KURGULAMASI ve SENARYOSU olan çizgiler yayınlanıyordu.( dikkat buyurun, burada da karikatür ve reklamcılık, reklamcılık ve mesaj konularına sinsice sokulmuş bulunuyoruz.)

 

Şimdi bu ilk karikatür örnekleri, günümüzde sakız haline gelen "çizgiyle mizah" karikatür tanımına ne kadar uyuyor??? Yoksa günümüzdeki  reklam ve propaganda bahsine mi uyuyor?

 

O günlerde Bab-ı Ali'de basılan ve meşrutiyetin özgürlükçü havasından soluklanan gazetelerde, Osmanlı Meclis-i Mebusanı (Milletvekili Meclisi)  tarafından yeni çıkartılan matbuat kanunu (basın-yayın yasası) karikatürcüler tarafından eleştiriliyor ve şöyle bir karikatür çiziliyor;

 

Geleneksel mizah figürleri olan Karagöz ve Hacivat var, birinin elleri zincirlenmiş, diğerine diyor ki ; " Kanun dairesi içinde her türlü neşriyat serbesttir."

 

Demek isteniyor ki, "biz yasalarla sınırlanmış basın özgürlüğü istemiyoruz, yayınlarımızı yasalar içinde diye sınırlarsanız bu da bir esarettir, elimize vurulmuş zincirdir, yada biz yasaların dışında basın özgürlüğü kullanırsak demek ki mahkum edileceğiz, zincirleneceğiz, ne anladık bu basın hürriyetinden?"

 

Tekrar "sanat ve düzen" bahsine veya "karikatür ve hakim ideoloji" konusuna bir U dönüşü yaparsak, düşünelim ki; Lenin iktidardayken Sovyetlerde bir gazetede Lenin'i keçi sakallı bir yılan şeklinde gösteren bir karikatürde Çar ve Çariçe'nin ruhları diyorlar ki, "biz bu yılanın başını küçükken ezecektik". Bu karikatürün (karikatür değil aslında illüstrasyon demek daha doğru olur) yayınlanma şansı var mıydı, veya çizerinin hali nice olurdu???

 

Veya 1930'larda Atatürk sağ iken,(hatta bu gün bile) bir gazetede Vahdettin, Atatürk'e "ne yaptın be paşa, seni vatanı kurtar diye Samsun'a yolladık, benim hilafeti elimden alasın diye değil" diyen bir çizgi yayınlanabilir miydi?

 

Türkiye'de ve dünya'da karikatür karşılaştırmasını, aslında ülkelerdeki "egemen güçler ve karikatür" karşılaştırması şeklinde yapmak gerekir diye düşünüyorum.

 

Şimdi biraz daha net olmak gerekirse, soru; Türkiye'deki çizerlerin kalitesinin Türkiye dışındaki çizerlerle karşılaştırması şeklinde algılanmamalı, Türkiye'de çizerler neyi ne kadar çizebildiler ve çizebilirler, Türkiye dışındaki çizerlere göre bu karşılaştırılmalıdır.

 

Bir meslek grubu kıyaslaması değil, sistemler kıyaslaması olmalıdır. Başka ifadeyle; sistemlerin (düzenin) karikatürle (ve tabii sanatla) ilişkisinin kıyaslanması olmalıdır.

 

Yani Türk doktorları ile Türkiye dışı doktorlarını karşılaştırın denilmiş olsa; denilecek bir tek şey vardır; tıp mesleği dünyanın her yerinde tıp mesleğidir, Türk doktorları en az yabancı meslektaşları kadar başarılıdır. Olsa olsa tıp fakültelerindeki eğitim, teknik ve bilimsel donanım karşılaştırılabilir. Doktorların çalışma koşulları ve kazanç durumları karşılaştırılabilir.  Türkiye tıp sistemi ile yabancı tıp sistemleri karşılaştırılabilir.

 

Türkiye'deki tıp fakülteleri ve hastaneleri yetersiz bulunursa, sebepleri ve çareleri belirtilmelidir.

 

Türkiye'li karikatürcülerin, Türkiye dışındaki karikatürcülerden eksik kalan yanları olmadığını düşünüyorum, bunu ilerleyen satırlarımda diğer cevaplarımın içinde ilintili ve bağlı olarak vereceğim.

 

3) günümüz mizah dergileri mizah acisindan doyurucu mu?

4) 50 yil önceki karikatür anlayisiyla bugünkü anlayis arasindaki farklar?

 

Sakıncası yoksa, ve birbiriyle bağlantılı olduğunu düşündüğüm için bu iki soruya birlikte cevap vermek istiyorum.

 

Ben yaşım itibariyle Def, Dolmuş gibi eski mizah dergilerini görmedim. Ama Ustura dergisinin A5 kağıt (daktilo kağıdı olan A4 kağıdın yarısı) ölçüsündeki ve sanırım Günaydın gazetesi ile verilen halini hatırlıyorum. Cemal Nadir usta'nın Amcabey'i ile Dalkavuk tiplemelerinin lezzeti halen belleğimdedir. İşte, Cemal Nadir'in çizdiği bir kapak; Dev gibi bir tank, yerde bir karınca, tankçı asker soruyor; "neden durduk?" diğeri yanıtlıyor; " karınca geçiyor". Ne yaman çelişki, insan öldürecek savaş makinesinin yüreği, karıncaya acıyor.

 

Yine Cemal Nadir'den devletler hukukunu anlatan bir karikatür; aslan kurdu yiyor , kurt başka bir küçük hayvanı, o küçük hayvan başka küçük hayvanı.. en önde ve en küçük olan kimseyi yiyemiyor.Burada öyle dedikleri gibi, belirgin bir çizgiyle mizah yok,  grafik mizah var, afiş gibi bir illüstrasyon ama bal gibi de karikatür işte.

 

Yine C.Nadir'den Dalkavuk; evde Dalkavuk atlet ve külotla oturuyor, telefon çalıyor, dalkavuk açıyor, telefondaki ses ; "Alo, ben Vali" diyor. Dalkavuk telefonu bırakıp, koşup üstüne Fransızların röp dö şamber dedikleri ev bornozunu giyip, selama durup telefonu öyle cevaplıyor. Bu da Avrupalıların comic strip dedikleri, band dessign dedikleri bant karikatür şeklinde çizilmiş, bana göre çizgi filmin atası.Üstelik yazı da var, çizgiyle mizaha, veya grafik mizaha hiç uymuyor, bu da bal gibi karikatür. ( Karikatür nedir, ne değildir diye tartışanlara ithaf olunur.)

 

Ve Ustura'da rahmetli Aziz Nesin'in nefis taşlama şiirlerini hatırlıyorum.

 

Yusuf Ziya Ortaç'ın Akbaba'sını hatırlıyorum. İlk okula henüz  gitmediğim yıllarda resimlerine bakar ve yazılarını sökmeye uğraşırdım. Okumayı öğrendikten sonra tiryakisi olmuştum.

 

Hep pantolonunun poposu yamalı fakir memur tipleri, veya soba dirseği çürümüş teneke yamalı ahşap evleri çizerdi Zeki Beyner veya Cafer Zorlu.

 

Et yiyemeyen halkımı, döner kebabının çevresinde bostan beygiri gibi ağzı sulanarak dönüp duran yamalı vatandaş şeklinde çizmişler ve altına da "döner" yazmışlardı.Ya Zorlu, yada Beyner, ikisinden biri çizmişti bunu. yazılı olmasına rağmen, bu da bal gibi karikatürdü bana göre.

 

40 yıldır belleğimde duran bu karikatürü, yazısız karikatür diye tutturanlara hatırlatmak isterim. Çok geniş bir yaratma, düşünme ve anlatım perspektifine sahip müthiş bir sanat olan karikatürü, sadece kendi çizgi anlayışı ile tanımlamak ve sınırlamak isteyen çizerlere sitemli selamlarımı iletirim. Kanımca içinde mizah (gülmece), yergi (hiciv), eleştiri (critic) , dokundurma ve ince alay (irony) barındıran her türlü resimleme (illüstrasyon), çizgi vs. afiş ve poster öğeleri de taşısa, hatta fotoğraf bile olsa  karikatür sınıfına girer.

 

Bir örnek vermek gerekirse, asfalt yoldaki yağmur ızgaralarının üstünden geçmekte olan anne ördek ve yavruları gösteren bir fotoğraf, ikinci karesinde anneyi takip eden yavruların ızgara deliklerine düşüyor olduklarını ve annenin tek başına caddeyi geçmekte olduğunu göstermiş ise , bu bile çizilmemiş ama çekilmiş bir karikatür (foto-karikatür)dür. Kanımca en zor olan da budur.

 

Türkiye karikatürcüleri, despotizme karşı çıkarken ve yıllardır demokrasiyi savunurken; kendi karikatür üsluplarını (biçemlerini); çizgiyle mizah, grafik mizah, gereksiz taramalar vs. gibi sadece tek doğru olarak savunmaları ve diğerlerine yaşama hakkı vermemeleri acaba genlerimizdeki despotluğumuzdan kaynaklanmış olmasın sakın?

 

Tekrar Akbabaya dönersek, Akbaba çizerleri bir de göbekli ve yağlı şişman kötü adamları çizerlerdi.Bunlar köylü tipli zengin politikacılardı, zayıf ve yamalı gariban köylü yurttaşlarımızı ezer dururlardı.Şimdi şimdi uyanıyorum, acaba Demokrat partili veya Adalet partili milletvekilleri miydi o köylü tipli fakat zengin politikacılar? Yüzleri değilse bile tipleri tam Süleyman Demirel'i anımsatıyor şimdi bana.

 

Bir de irtica tipleri çok çizilirdi Akbaba'da.Çocuk belleğime kazınmış, şimdi anımsıyorum; dev gibi bir Atatürk portresi, keskin ve yalın Turhan Selçuk çizgileriyle çizilmiş, Atatürk'ün Akdeniz'i gösteren kolu ve işaret parmağı.Yani Batı'yı gösteriyor. Elinin üzerinde parmaktan bileğe doğru yürüyen, başı takkeli, cüppeli, kara sakallı elinde mağara adamlarının çivili kalası ile ağzından salyalar saçarak Atatürk'ün yüzüne doğru koşan İRTİCAyı (gericiliği) sembolize eden bir tip. Elbette yazısız. peki mizah nerede? Hani çizgiyle mizah? Bu karikatüre bakıp, güler misiniz, yada hiç değilse gülümser misiniz? Hani humor, hani gülmece? Hani çizgiyle mizah??? Çizgi var ama  mizah yok ! Peki ne var? Mesaj var, duygu var. Duygu şudur; Atatürkçüyseniz bu gericilere kızar, öfke duyarsınız.Atatürk'ten yana değilseniz  yine kızarsınız, bu Kemalcilerin işleri güçleri yok bizimle uğraşıyorlar, dersiniz. Peki niye çizgiyle mizah derler de, çizgiyle duygu demezler??? Yada çizgiyle mesaj demezler.? Çizgiyle mizah diyenlerin bütün karikatürleri gülümsetiyor mu?

 

Buradaki MESAJ (veya masaj) "Dinsel gericilik, Laik Kemalizm'i tehdit ediyor", değil midir? Bir durum saptamasının, bir fikrin bir idea'nın, çizgiye yüklenip ideografi (yazılı, çizili fikir) şeklinde yansıtılmasıdır.( dikkat buyurun; bir fikrin, bir idea'nın resimli ve basılı hale getirilmesi işi ideografi, kullanılan resimli öğeler ideogram'dır. Buna ileride reklam ve karikatür sorusuna vereceğim yanıtlarda değineceğim.Ama hemen söyleyeyim ki beyaz güvercin barışın, çivili sopalı sakallı adam gericiliğin ideogram'ı olmuştur, ideography'de.)

 

İşte 1960'larda Akbaba'da gördüğüm bu karikatürü, ilginçtir 2000'i yıllarda Milliyet veya Cumhuriyet'te "Söz Çizginin" adlı köşede bir daha gördüm. Demek ki hakim ideoloji açısından irtica ve gericilik tehlikesi 40 yıldır hiç değişmemiş.

 

Sanat ve ideoloji konusuna tekrar dönmek gerekiyor; burada, 60'lı yıllarda CHP iktidar olsun veya olmasın Ankara bürokrasisi ezici çoğunlukla CHP'liydi ve "derin devlet" sanırım Akbaba'ya sempatiyle bakmaktaydı.

 

Bunun cevabını ancak bu gün yaşayan Akbaba çizerlerinden, sevgili Erdoğan Karayel öğrenebilir. O dönemin çizerlerinde koskoca bir siyasi yakın tarihin bilinmeyen yönleri saklıdır.

 

O dönemki Akbaba'da görgüsüz batı taklitçisi yeni zenginlerin, "para var ama kültür yok" halleri iç gıcıklayan erotik hanım figürleri ile aile yaşantıları hicvedilerek çizilirdi.

 

Onların batı kültürüne uyum sağlamaktaki kepaze halleri eleştirilirken, sanki "İsmet Paşa'nın batılı gibi davranın ve yaşayın emirlerine uyamıyorsunuz, ne bu haliniz" der gibi Ankara'nın hakim ideolojisi tarafından  batılılaşmaya zorlama veya teşviki var gibiydi.

 

63-65'li yıllarda, Akbaba'nın kapağında nefis erotik kadınlar çizen, çizgisi kalından inceye doğru titremeden süzülen, imzasını  bir türlü okuyamadığım ve sonradan karikatürcü olduğum yıllarda adının Nemci Rıza olduğunu öğrendiğim Balkan göçmeni gerçek Avrupalı  beyefendinin tiryakisi olmuştum. Sonradan onunla bir söyleşimizde  kendisinin Avrupa'daki burjuva karikatür dergilerinden çıplak kadın figürleri etüd ettiğini öğrenmiştim. Ergenlik çağıma yaklaştığım yıllarda, Playboy dergisine bakar gibi bakıyordum Nemci Rıza'nın batıdan devşirme çizgi kadınlarına.Sağlam ve kusursuz desenler bir fotoğraf kadar etkileyici idi.

 

İnanın Fırt'ın kapak arkasındaki sözüm ona karikatür ile birleştirilmiş ve adına mizah denilen çıplak kadın fotoğrafları bu kadar etkileyici değildi.

 

Sonra Papağan çıkıverdi Akbaba'nın yerine.Belki de Ankara'da yeni güç dengeleri oluşuyordu. Akbaba çizerleri Papağanda devam ettiler sanıyorum.

 

Gır-gır ve Fırt'tan önce birden bire Salata diye bir dergi peyda oldu, Süavi Süalp adını gördüm.Bol kadınlı karikatürler başladı ve karikatürlü çizgi romanlar. Bu günkü deyimle Comix'ler başladı. Ben hala Tommix, Tom Braks ve Zagor'u çizgi roman zannederken ( ve bunların sayesinde "özgürlükçü Amerikan tarihini" öğrenirken) ve 1001 Roman denilen yayın hayatı  kısa süren çizgi roman dergisinin tadı damağımda kalmışken, (1001 roman ve Zıp Zıp dergisi ile ilk kez Amerikan kültürü dışında çizgi roman lezzetini yakalamıştık sanıyorum)  Salata'nın lezzeti sarmadı beni. Hele hacim vermek için çini mürekkebini sulandırarak verilen gri tonlar hiç cazip gelmedi bana.Her karenin içi alaca bulaca ve tıkış tıkış geldi bana.

 

Sanırım bu yıllarda sulu mizah yapılmaya ve beyinler sulandırılmaya başlandı.İşte Ankara'da yeni güç dengeleri mi oluşmuştu? diye yeni bir soru daha aklıma geliyor.

 

İyi hatırlıyorum, 1960'larda babam İstanbul Emniyet Müdürlüğünün ünlü Sansaryan hanı denilen Sirkeci'deki binasında, koskoca İstanbul Emniyet Müdürü'nün Özel Kalem şefi idi. Babamın görüştüğü kişiler 67 ilin emniyet müdürleri, valileri ve yüksek rütbeli komutanlardı.Ben 8-9 yaşlarımda emniyet müdürleri ve valilerle çocukça sohbetler  ederdim ve onların misafir sehpalarındaki alüminyum yaldız ambalajlı yuvarlak çikolataları yürütürken, onların okuduğu Akbaba dergilerini okurdum. (Gır-gır dergisini emniyet müdürleri, valiler okur muydu bilemiyorum.).Ancak ışığa tutulduğu zaman gözüken Devlet Malzeme Ofisi fligranlı beyaz dosya kağıtlarına, DMO (devlet malzeme ofisi) damgalı ve Çekoslovakya malı Alligator(timsah) markalı kurşun kalemler ile (o günlerde anti-komünist gözükmeye mecbur edilen Türkiye kurşun kalemi üretemez ve komünist ülkelerden satın alırdı) Akbaba'da gördüğüm karikatürleri kopya ederdim.

 

İşte o yıllarda Dolmabahçe'ye Amerikan donanması ve uçak gemisi gelmişti. Istanbul'un kalburüstü ailelerinin çocukları için o uçak gemisine ziyaret programı düzenlenmişti. Ben de o programa dahil edilmiştim. Annelerimiz tarafından özenle giydirilmiştik, ne de olsa dünyanın en modern uygarlığının en büyük yüzen savaş makinesini görecektik, rahmetli annem batılı görüneyim diye başıma hasırdan bir fötr şapka bile koymuştu.

 

Gemide Amerikan bahriyelilerinin su içtikleri ve kullanıp attıkları plastik bardak ve tabakları gördük. Yanımızdaki Türk görevli memur, bu gemide bulaşık yıkamakla uğraşılmadığını anlattığında Amerikan rüyası bizi büyülemeye başlamıştı. O plastik kullan-at bardak ve tabakları biz on yıldır işyeri ve büfelerde kullanmaya başladık, biliyorsunuz.Hele gemideki yürüyen merdivenler. Bu gün bile ancak çok lüks alışveriş merkezlerinde görebiliyoruz .

 

Derken Amerikan erleri bizlere hiç görmediğimiz büyüklükte ve lezzette kocaman elmalar ikram ettiğinde, Türk memur bize "tenk yu" deyin, "tenk yu" deyin ! diye ısrar ve emirleri ne kadar milli duygular içinde olduğumuzun bir göstergesiydi.

 

Sanırım bu, kendimizi neye hazırladığımızın da bir işaretiydi.

 

Karikatüre dönersek, ben bu yıllarda önceleri Karaoğlan ve sonradan Tarkan'ın hayranı idim.

 

Derken Günaydın gazetesi , Gır-Gır'ı bedava ek olarak vermeye başladı ve Günaydın para yerine geçen PAY KUPONU vermeye başladı.

 

Sanırım Türk basını bu günlerin promosyon sinyalini o günlerde vermeye başladı. Bir hafta Günaydın alan bir ev kadını biriktirdiği 7 adet pay kuponu ile bakkaldan bedava bir margarin alabiliyordu. (Ey para, sen nelere muktedirsin!)

 

Ben Gırgır karikatür okulundan yetişmedim, yetişenleri de kınamıyorum. İlk çizgi romanım 1970 yılında ben 13 yaşındayken Hürriyet Gazetesinin çocuk kulübü sayfasında yayınlandı .

 

 

Ve itiraf etmeliyim, çizgilerim Karaoğlan'ın yaratıcısı Suat Yalaz'ı andırıyordu. Belki de o yıllarda Ercan Akyol , Sipru'yu sevmeye başlamıştı.Çünkü onun ilk çizgilerinde de Sipru lezzetini buluyordum.

 

Ben resim gibi karikatür yapmak istiyordum, komik suratlı adamlar çizmeyi değil, normal adamların ilginç, şaşırtıcı veya komik eylem ve edimlerini (fiilerini, faaliyetlerini) çizmek istiyordum. 73 yılında Karaoğlan dergisinin iç kapağında  eskrim yapan iki adamın birisinin göğsüne kılıcı dibine kadar köklemiş vaziyette çizdim ve ölmesi gereken adama "tamam sen kazandın" lafını söylettim. O yıllarda yeni çıkmış olan televizyonun, yazlık sinemaları öldürdüğünü hissettim ve 14-15 yaşlarımdayken yine Karaoğlan dergisinde; bir yazlık sinema ve bir sürü izleyici çizdim ve sinema perdesi yerine perde kadar büyük televizyon koydum ve çok lazımmış gibi, televizyon sinemanın yerini aldı, diye de yazdım.

 

Kısaca Gırgır üslubuna doğal bir yakınlık duymuyordum.Düşünce tarzım başkaydı, çizim tekniğimde "gereksiz taramalar vardı" ve "resim gibi" çiziyordum.Amatörlük dönemlerimde Gırgır'a hiç karikatür yollamadım. Ama profesyonellik dönemimde çok tarihsel ve taktik yanlış yaptım, ödüller almaya başladığım ve Cumhuriyet'in Ciddiyet sayfasında Tan Oral'ın teşvikiyle çizdiğim ve de bastonla yürüdüğüm yıllarda, rahmetli Özal'ı Ramazan davulcusu gibi çizip davulundan çıkan sesleri de Dam Dam yerine ZAM ZAM diye yazdığım bir karikatürümü; grafik mizah, sulu mizah ayrımını kabul etmediğimi belirten bir dostluk mektubu ile Gırgıra yollamak gafletinde bulundum. Ben o günlerin tanınmış bir çizeri olarak bağımsız bir köşede yayınlanır ümidiyle beklerken rahmetli büyük usta Oğuz Aral, bu çizgimi "çiçeği burnunda" köşesinde kasten yayınlamış, mektubumdan söz etmek şöyle dursun, tüm grafik mizahçılara olan öfkesini benim çizgilerimi ve mizah anlayışımı yerden yere vurarak benden çıkarmıştı. Rahmetli, nur içinde yatsın, papaza kızıp orucu bende bozmuştu. Kendimi salaklığı yüzünden sırtlan yuvasına düşmüş bir kedi gibi hırpalanmış ve yaralanmış hissetmiştim, ayrıca yıllarca kendime kızmıştım.O günden sonra bir arkadaşımda görsem, ver de bir bakayım dediğim Gırgır dergisine artık      dokunamaz olmuştum.

 

Zeki Müren'le ilgili Gırgır'da yayınlanan bir karikatüre çok gülmüştüm. Berberde saçına sprey sıktıran rahmetli sanat güneşi, "sık, sık biraz da kulağımın arkasına sık, bir sıkılmadık oram kaldı" diyordu.

 

Gırgırın mizah anlayışını, "ne yapalım halk böyle istiyor" diyen arabesk sanatçılara benzetiyordum, ben.Ya halk bu hale getirilmişti ve sonradan piyasaya sürülmek üzere bu sanat ve eğlence anlayışı onların ihtiyacına cevap vermek üzere hazırda bekletiliyordu, yada bu sanat ve eğlence anlayışı giderek halkı bu hale getirdi, çünkü buna karşı alternatif üretilemiyordu.

 

Bütün bu söylediklerimden Gırgır'a muhalif olduğum anlamı çıkarılmasın. Gırgır elbette olacaktı, ama onun alternatifi de olması gerekirdi. Neden olmadı? Hedef kitle (potansiyel müşteri) meselesini birazdan açıklayacağım.

 

Gırgır berber salonlarına ve dişçi muayenehanelerine kadar girebiliyordu ama Akbaba ve Ustura da girebiliyordu.

 

Ne oldu da onların yerini Gırgır alabildi?

Sanırım Amerikan uçak gemisi ile Türkiye'nin değişen değerleri üzerinde düşünmek gerek.Atlantik ötesi toplum mühendisleri, bu gün olduğu gibi o gün de; değişik ülkelere yeni toplumsal değerler enjekte ediyorlar, yeni çizdikleri projelerde onlara değişik roller ve görevler dayatıyorlardı.

 

Daha farklı bir terminoloji ile söylersek, emperyalizmin merkez ülkeleri  kendi ülkesinde feodalizmi ve köylülüğü modernleştirirken, feodal kültürü de yok ediyor, yerine kendi burjuva kültürünü veya tüketime yönelik yığınsal eğlence kültürünü yerleştiriyordu. Buna karşılık kendi etki ve baskı alanı içinde bulunan ülkelerde (periferik- emperyalizmin taşrası- ülkelerde) feodal ve avam kültürü yok etmiyor, popülizmin devamında yarar görüyor, modern kapitalist anlamda dahi kültürün burjuvalaşmasına izin vermiyor, hele hele aristokrat ve aydın kültürün yeşermesine asla tahammül etmiyordu.Kısaca aydınlanmaya karşı, geri sistemin devamından yana, fakat geri sistem içindeki çıkar birliği ittifaklarını korumaya devam eden bir tutum izliyordu. Yani "halka rağmen, halk için ve halk böyle istiyor" anlayışına dayalı, sanki halka kasten ve bilerek sunulmuyormuş gibi,  rating (reyting)  ve çok satış temeli üzerine kurulu uykuyu ve rüyayı devam ettiren kültür ve sanat politikalarını gizliden veya açıkça destekliyordu.

 

 

Demek istiyorum ki, Türkiye'de karikatür ile Avrupa'daki karikatürün temelde sistem veya siyasi rejim bakımından temel farklılıkları vardır. Türkiye'de ne kadarına izin verildiği veya ne kadar iznin dışına çıkıldığı konusu ile Avrupa'daki aynı durum birbirinden burjuva kültürü ve sosyal devlet kavramları bakımından çok farklıdır. Çünkü yaşanan hayat tarzları, hissedilen kaygılar veya mutluluklar başkadır.Tıpkı merkez ülkelerdeki bebek ölümlerinin periferik ülkelerdeki bebek ölümlerinden çok daha az olması gibi. Tıp doktorları aynı bilgi ve beceriye sahiptir ama, sonuçlar farklıdır. Yine Avrupa'da psikiyatrist'e büyük bir kitlenin gitmesi, Türkiye'de ise herkesin ruhsal  derdini bir yakınıyla paylaşması gibi.

 

(Şu anda içimden feryat etmek geliyor. Türkiye'de Siyaset Bilimi Fakülteleri yok mudur, buralarda Doçentler, Prof.lar yok mudur? Onların yerine niye ben sadece genel kültürümle bunları yazmak zorunda kalıyorum? Onlar bu konularla hiç mi ilgilenmezler? Eminim onların içinde bu konuları benden daha isabetli değerlendirecekler çıkacaktır.Niye birbirimize ulaşamıyoruz? Ben grafikerim, reklamcıyım, çizerim, ve yazarsam ancak bu kadar yazarım..Asıl onların yazması lazım değil mi??? Karikatür ve sanat sadece sanatçıların işi değildir, toplumsal bir olaydır, toplumbilimcilerinin ve siyaset bilimcilerinin de ilgi alanına girmesi gerekmez mi? Ses ver Türkiye, ses ver!)

 

Evet, bu bağlamda bakılırsa Gır-gır tam anlamıyla yerel (kesinlikle uluslar arası değil), bir yanıyla popülist, bir yanıyla da devrimci, ilerici öğeler taşıyan, ama genel çizgisi itibariyle avam ve kesinlikle ulusal elit kesimden ve aristokrat kesimden uzak, Marksist deyimle lumpen proleterya'ya yakın bir çizgide olan çizgi roman ve comix dergisiydi. Bence, bir gençlik dergisiydi.

 

Gerekçelerim;

1-Ulusal değil, yereldi, gençlik dergisiydi; Çünkü ileri yaştakiler değil, gençlik ve öğrenciler okurdu.Ulusal değerlerin daha çok  kısmi argo edebiyatından yararlanırdı.Bu yönüyle de avamdı.

2-Popülist ve avamdı, aristokrat ve elit değildi; çünkü tek karelik ve yazısız karikatür hemen hemen hiç yoktu, ağırlık yazılı ve çok kareli karikatürlerdeydi. Türkçe bilmeyen birisi sadece konuşma balonları ve komik adamları görebilirdi.ama anlamazdı.Bu yönüyle de uluslar arası değildi.

3- Yayın politikası, hedef kitlesi, misyonu ve ticari çıkarı bakımından kendi anlayışı dışındaki çizer ve çizgilere hiç yer vermezdi.Belki kendisine çok saldırıldığı için, karşıtı olan çizerlere saygı da duymazdı.

4-Ticari olarak çok başarılıydı, çok satardı, çünkü toplumda çok önemli bir tüketici kesim olan gençliği yakalamıştı, ilerici gençlik ve solcu gençlik tarafından besleniyordu.

5-Bunların gecekondu kültürü, arabesk ilericiliği, feodal aşkları ve bastırılmış cinsellikleri hep mizah malzemesiydi.

6-Türkiye'de bu gençlik "cebren ve hile ile" yok edilince, Gır-gır dergisi de yok oldu.

7-Gırgır en kısa deyimiyle "ilerici varoş gençliğinin gülmece" dergisiydi.

 

Günümüzde, büyük kentler hızla varoşlaşırken yeni Gırgır'lar neden yok???

Çünkü artık ilerici-feodal-arabesk solcu gençlik yok !!!!

 

Çünkü artık onun yerini büyük merkezi kapitalist ülkelerin yarattığı ve beslediği ILIMLI İSLAM MODELİNE uygun türbanlı genç kızlarımız ve Cuma namazlarını kaçırmayan, faizi haram sayan ama Amerikan doları biriktirmekten gocunmayan yeni nesil bir gençlik var.

 

Kurnaz medya patronlarına duyurulur; Bu gençlik kesimini müşteri hedef kitlesi olarak alan bir mizah dergisi çıkarın, köşe olun. Şimdiki siyasi trendle de başınız derde girmez.uyum içinde çalışırsınız, teşvik ve destek de alırsınız. Ama önce çizecek karikatürcü bulmanız gerekecek.

 

Bir seferliğe mahsus bir kıyağımız olsun, ilk espri de benden, çizer bulursanız çizdirin;

Sakallı cüppeli bir gencin, peşinden giden bir sürü türbanlı genç kız, biri diğerine diyor ki; çok keramet sahibi bir genç imiş, onun koynuna giren cennete de girermiş. Onun koynuna gireyim mi kız? Öteki kızıyor; Ama önce ben girecektim ! .(dikkat buyurun, bu tip karikatürler yazı ile ne de kolay anlatılıyor değil mi?)

 

Gırgır'ın ılımlı İslam versiyonunu bırakıp yine Gırgır'a dönersek, Gırgır'a karikatür dergisi demek ne kadar doğru olur ama, bir İlban Ertem, bir Bülent Arabacıoğlu en az Oğuz Aral'ın Avanak Avni'si kadar değerliydiler benim için. Ve onlar gerçek bir comix veya cartoon ustasıydılar, karikatürden çok. Onlar komik tipler çizen, ama her zaman da komik olaylar anlatmayan çizgi roman çizeriydiler. Aslında "en kahraman Rıdvan"ın çizeri de Don Kişot'un sorularına çok ayrıntılı yanıtlar vermeli, zevkle ve ilgiyle okunacaktır.

 

Oğuz Aral'ın Utanmaz Adam'ı daha çok Süavi Süalp'in Salata'sının üslubuna yakın dururken ve "ebüvve, vanki de vanki ve höpfüşürt" gibi seslerle güldürmeye çalışırken, İlban Ertem ve B. Arabacıoğlu daha çok MAD dergisi üslubuna yakın duruyorlardı.

 

Zaten LEMAN (LİMON) dergisi de daha kaliteli bir çizgi roman stilini temel alarak piyasada var olmayı başarmadı mı??? Öyküleme, kurgulama, desenleme ve sahneleme olarak çok başarılı çizgi romandı onlar. Belçika'da olsaydı, çizerleri ihya olmuştu, çizgilerin yayınlanması sürekli olmuştu diye düşünüyorum.

 

Bu arada Çarşaf'ı unuttuk. Çarşaf, Gırgır'dan daha az sulu ve çizgi romandan çok, tek karikatüre ağırlık veren, Akbaba ve Gırgır arası bir konumdaydı diyebilirim.

 

Türkiye'deki mizah dergileri, Akbaba ve Ustura dışındakiler, "hadi bir fıkra anlat da gülelim" in dergileşmiş haliydiler.

 

Leman ise başlı başına bir olgu ve ayrı bir inceleme konusudur. Bana göre Gırgırdan çok ayrı, popülist ve arabesk olmayan, daha elit bir kitleye hitap eden, çok daha zor bir kulvarda yürüyen, yerelden çok uluslararasına yakın bir comix, band strip ve çizgi roman dergisidir.Güldürme amacı olmayan, fakat çok yaratıcı, çok gerçek üstü veya fantastik diyebileceğim, harika çizgilerle çok düşündürücü mesajlara rastladım Leman'da.(Istanbul'un kepaze halinden rahatsız olan Fatih Sultan Mehmet'in ruhunu öyle bir çizgi romanlaştırmışlardı ki, dehşetli güzel bir senaryo ve çizimdi)

 

Dikkat ediniz ve hatırlayınız ki, Türkiye'de ilk kez bir tek kare karikatür iki imzalı olarak Gırgır'da yayınlanmıştır. Bu iki imzadan birisi karikatürün esprisini (konusunu, konseptini, RUHUNU) bulan veya metnini yazan, diğeri de bunu çizen (somut hale getiren, BEDEN VEREN) kişinin imzalarıydı.

 

İşte şimdi cevaplarımızın başında değindiğimiz Miguel Angelo'nun resim atölyesi aslında ısmarlama iş yapan bir reklam ajansıydı dememiz gibi, Gırgır da bir çizgi roman veya karikatür atölyesi veya fabrikasıydı. Tıpkı reklam ajanslarında bulunan reklamın metnini yazan metin yazarları, reklamı grafik olarak görsel hale getirmekle yükümlü olan art directör ve grafiker kadrosu gibi, anlaşılıyor ki Gırgır'ın da çizerlere konu üreten bir yazar kadrosu vardı. Veya bir çizerin bulduğu espriyi diğer bir çizerin daha iyi çizeceğine inanıldığı için çift imzalı olarak yayınlayabiliyorlardı. Bu da karikatürde "seri üretim" demektir. Nasıl ki, Mikelanj'ın resimlerinin içinde bir çok işçi ressamın emeği varsa, ama imza ve üslup Mikelanj'a aitse, Gırgır'da da Oğuz Aral üslubu hakimdi. Mikelanj okulu ve sanat fabrikası ile Oğuz Aral okulu ve karikatür fabrikası bu bağlamda benzeşmektedir. Sanırım bu yüzden Gırgır'daki Zalim Şevki tipinin  bıyığını kaldırsan, altındaki yüz belki de Latif Demirci'nin tiplerini andıracak.

 

Demek istiyorum ki, Gırgır; yapısı ve misyonu gereği fabrikasyon karikatür üretimi yapmıştır, 2-3 çizer dışında kendi özgün tipini ve karakterini yansıtan çizer sayısı azdır. İki üç ayrı kişinin tek bir karikatürü üretmesi ise karikatürde EKİP ÇALIŞMASI kavramını doğurmuştur, bu da REKLAM AJANSI üretim tarzına TAM OTURMAKTADIR.

 

O halde reklam ajansı mantığı ile çalışan bir kurumun da hedef kitle ve müşteri analizini sağlıklı yapmış olması ve malını iyi pazarlamış olması veya iyi talep yaratmış olması gerekmektedir.

 

Bu da yukarıda bahsettiğimiz Gırgırın müşterisi "ilerici varoş gençliği" tezimizi doğrulamaktadır.

 

Bu bakımdan, Don Kişot'un hedef müşteri kitlesi de kimlerdir? diye sormak gerek.

 

Şimdi sıra reklam ve karikatür bahsinde.

5) yarisma jurilerinin olusturulmasi sence nasil olmali?

6) reklamcilik ve karikatür arasindaki iliski nasil sence?

 

Bu iki soruya da birlikte cevap vermek istiyorum.Her şeyden önce juri denilen kimselerin gerçekten "bilir kiş"i olmaları gerekir. Bilmez kişilerden oluşursa sonuç adil olmaz, bu bir.

 

İkincisi  ise bilir kişilerin sağlıklı eleme, seçim ve ödül noktalarında sadece karikatürü değil, "yarışmanın konusunu" iyi bilmeleri  lazım.

 

Mesela; Türkiye'de 17 Ağustos depreminden sonra, Deprem konulu bir karikatür yarışması düzenlendi. Yarışmanın detaylarına girmeden önce herkese sormak istiyorum; Türkiye'de Deprem sorunu denilince asıl sorumlu kesim imar ve iskandan ( imar ; yapılandırma, mamur hale sokma, iskan ; yerleştirme, barındırma) sorumlu kurum ve kuruluşlardan olan Bayındırlık bakanlığı ve Belediyeler mi akla gelir, yoksa bu kurumlara rağmen nasıl oluyorsa kötü inşaat yapan müteahhitler (taahhüt ediciler, yükleniciler) midir? Yoksa sorumlular, evi başına göçen vatandaş mıdır?

 

Yarışma sonuçlarındaki karikatürlere bakıldığında deprem faciasından hiçbir kamu kuruluşunun sorumlu olmadığı neticesi çıkıyorsa, burada bilerek veya bilmeyerek saptırma ve yanlış yapılmış demektir. O ruhsatların altındaki mühür ve imza vatandaşın mıdır, inşaatı yapanın mıdır? Son 10 yıldan beri yapılan her inşaatın altında otopark bulunması, mecburidir, bakın bakalım hangisinde otopark vardır?

 

Enkaz altında kalmış birinin, "heyy dışarıda kimse var mı" diye bağırması şeklinde çizilen bir karikatür, deprem olup bittikten sonraki evrede gelişen ilgisizliği eleştirmesi bakımından övgüye değer ama, depremin yıkımlarından sorumlu olanları, deprem felaketi gelmeden önceki tedbirleri içermez. Oysaki insanlar bu binalarda güvensiz yaşıyor, siz güvensiz binalara göz yumdunuz, bu faciaya önlem almadınız mesajını içeren bir karikatür konunun can damarını yakalamış olmaz mıydı?

 

İşte juri bu damarı bilmiyorsa, bilecek cesareti de yoksa yarışma "körler ve sağırlar birbirini ağırlar" haline gelir.

 

Tam bu noktada diğer soru gündemde, reklam ve karikatür! Yarışma jurisinin davet edildiği Deprem konusu reklamcılık dilinde CONCEPT'tir. (konsept'tir). Yarışmayı düzenleyen taraf, reklamcılık kavramıyla reklamveren'dir.Reklam veren juri'ye ve yarışmacılara reklamı yapılacak ÜRÜN veya HİZMET hakkında BRIEF vermesi gerekir. Aynı, askeri teşkilatın veya Milli İstihbaratın hükümete brifing vermesi gibi. (brief; zarf demektir, zarf içinde sunulan kapsamlı ve ayrıntılı enformasyon, bilgi demektir).Bu brief'te brifingi veren taraf eğer depremin ana sorumlularının bilinçsiz konut edinen cahil halk olduğunu bildiriyor ve karikatür yoluyla bunun işlenmesi gerektiğini bildiriyorlarsa, rahmetli Necati Abacı'nın deyimiyle "geçmiş olsun" demek lazım, çocuk baştan ölü doğdu demektir.Veya doktorun amacı doğum değil, kürtaj'dır. Ve bu brief'i alan juri üyeleri bu briefe uygun karikatürleri ödüllendiriyorsa, satılmışlık mı, kandırılmışlık mı ( dilim varmıyor ama cehalet yada ihanet) vardır??? İkisinin de maddi veya manevi bir çıkar var mıdır?

 

Reklamcılıkta bazı etik prensipler vardır; mesela 1 haftalık ömrü olan bir ürünü her zaman taptaze diye halka sunamazsınız, bunu cezası vardır.

 

Ama yanlış juriyle yanlış ödül vermenin ve doğruymuş gibi yanlış fikir yaymanın cezası ne yazık ki yoktur.

 

Juri üyeleri memur zihniyetinin dışında, adam gibi adamlarsa, ya üyelikten çekilirler, yada uygun eser bulunamadı diye ödül vermezler.

 

Bir başka yol ise; Juridekiler, cesaretli ve uyanık iseler, gerçekten bilir kişi iseler; bu brief doğru değil, böyle olması lazım, şu karikatürün değil, bu karikatürün ödül alması lazım diye (gerçekten ağırsalar,) ağırlıklarını koymaları lazım. Dedikleri olmuyorsa, protestolarını basın-yayın yoluyla kitlelere ulaştırmaları lazım. Tabii  bunu basacak ve yayacak medya da lazım, eğer Türkiye'de hala kaldıysa..

 

(Önemli not; Bütün bunları bu yarışmada böyle oldu anlamında söylemiyorum, bu yarışmayı örnek alarak varsayım geliştiriyorum. Deprem yarışmasının jürisini de ödül alanları da hatırlamıyorum.)

 

Karikatür ve reklam konusuna dönersek; reklam bir ürün veya hizmetin tanıtımını yapmak, giderek onu sattırmak diye tanımlanabilir eski deyimle.Bu haliyle karikatürle hiçbir benzerliği ve bağlantısı yoktur. Ama yeni deyimiyle reklam ;  belleklerde iz bırakmaktır, markalaştırmaktır, markayla özdeşleşme ve aynileşme (identification) sağlamaktır, imaj yaratmaktır dersek o zaman karikatürün ilgilendiği alan içine girmiş oluruz. Çünkü karikatür de iz bırakır, reklam da.

 

Karikatür de beyinlere  mesaj verir ve beyinlere masaj yapar, reklam da. ikisi de ne kadar sanatsal ve ince buluş üzerine kurulu ise o kadar iz bırakıcı ve etkilidir. İkisi de ne kadar kesin yalın ve vurucu ise o kadar etkilidir.

 

Şimdi Türkiye'deki televizyon izleyicilerine soruyorum, Bir sürü yatak ve kanepe firmasının TV'lerde oynayan hangi reklam filmi aklınızda kaldı? Hangisi aklınızda iz bıraktı???

Peki "kontrolsüz güç, güç değildir" sözü ile anlatılan , dağdan taştan kontrolsüzce inen lastiklerin içinden sadece birisinin zank diye durmasını anlatan , ve gücün kontrol edilmesi gerektiğini vurgulayan reklam hangi firmanın.?

 

Beyaz kutup ayılarının içtiği kola hangi markanın?

 

İşte akılda iz bırakanlar ve bırakmayanlar.

 

Tan Oral'ın çizdiği; hakim karşısında sarmaş dolaş duran evli çiftin, "geçinemiyoruz, hakim bey" dediği nefis karikatürü görenlerin unutması mümkün müdür? Çok iyi anlaşıp geçinen ve birbirini seven bu çiftin ekonomik olarak geçinemediklerini yani geçim sıkıntısı çektiklerini ve evliliklerini tehlikeye atan şeyin kendi aralarındaki geçimsizlik değil, onları ekonomik olarak ezen ve ekonomik geçimsizliğe iten koşullar olduğu , ne kadar da az, öz ve isabetli çizgilerle ve sözlerle  anlatılmış... Burada geçinme veya geçinmeme sözü üzerine edebiyat sanatında cinas tekniğinden yararlanılmış.( bir kelimenin iki farklı anlamından yararlanılmış).

 

İşte bu karikatür, "aileyi ekonomik yönden güçlendirme derneği" diye bir dernek kurulsa, onun afişinde bal gibi de kullanılabilir. Veya Türkiye'mizdeki adından sadece anayasada söz edilen sosyal devlet, demokratik ülkelerdeki gibi "aileye sosyal ve ekonomik destek projeleri" geliştirse ve bunun duyurusunu yapsa, bu karikatür bal gibi de bu reklamlarda kullanılabilir. Çünkü ana mesaj, geçim dolu, sevgi dolu aileler ekonomik geçimsizlik çekiyor, bu nedenle yuvalar yıkılıyor, buna çözüm arayalım vs. gibidir. Dikkat edilir ve istatistikler incelenirse 1999 ve 2000 ekonomik krizlerinden sonra, Türkiye'de boşanmalar çok artmıştır. Yani ekonomik geçimsizlikten, şiddetli geçimsizlik marazı doğmuştur. (sanırım bu nedenle bizde evlilik cüzdanı Maliye Bakanlığı tarafından verilmektedir).

 

Şimdi reklamcı diliyle yazarsak; Tema vakfı için yazılan spot;

Türkiye çöl olmasın..

Aynısının sadece ekonomik nedenlerle boşanmalara karşı geliştirilmiş versiyonu;

Cebi boşalan kocanın, karısı boşanmasın! ( yada moda ılımlı İslam diliyle; cebi boş olanın karısı da boş olmasın!)

 

İstanbul Metrosu'nun ve Kuşadası beldemizin amblemini yaratmış bir grafik tasarımcı ve reklamcı olarak; ayrıca 30 yıldır bazen içinde bazen kenarında bulunduğum karikatür ve reklam dünyasında edindiğim tecrübeler sonucunda vardığım nokta şudur ki, konusu mesaj vermek olan yazılı, çizili ve basılı her şey graf(graph)'tır. Foto-graf (photo-graph) ışık-baskı'dır, lito-graf (litho-graph) taş baskı'dır, diji-graf (digi-graph) dijital baskıdır. Tipo-graph yazısal baskıdır.(tipography, harf baskısı, tümsek baskı, klişe baskısı demektir) Kinemato-graph veya cinema-tograph ise kinetik olarak hareketli görüntülerin basılmış hali demektir.

 

Hepsi de bir fikri, bir düşünceyi yani bir idea'yı basılı, yazılı veya kazılı (sadece taşa ve tahtaya değil beyinlere de kazılı) hale getirmeyi amaçlarlar.

 

Kiliselerdeki ünlü ressamların adına resim denilen illüstrasyonları İncil ve içindekileri, Camilerdeki Arap alfabesiyle  (ne yazık ki hala Arap harfleriyle süregelen) yazılan nefis hat yazıları da Kur'an ve içindekileri, kafalara kazımak için oralara konmuşlardır.

 

Cadde ve sokaklardaki bill-board ve afişler de duvarlara içindekileri kafalara kazımak için konmuşlardır. Gazete sayfalarındaki irili ufaklı reklam ve ilanlar da içindekileri gazete okuyucusunun kafasına kazımak için dünya paralar ödenerek gazeteye konmaktadır. Televizyondaki reklam filmleri de yine kafalara kazımak için beyaz cama konmuşlardır.

 

Hatta bu reklamın görünen yüzüdür. Bir de görünmeyen yüzü vardır ki, bundan kimse bahsetmez ve bahsedemez, çünkü görünmez ve ispatlanamaz.

 

Bu da;  "en iyi reklam, reklam olduğu anlaşılmayan reklamdır" sözüyle açıklanabilir. Çünkü kazıyacak olan kazmanın nereden vuracağını bilemezsiniz, kazmanın ucunu değil, sapını bile hissedemezsiniz. Yıllar sonra sapın acısını oturduğunuz bölgede hissetmeye başladığınızda iş anlaşılır.

 

Buna en iyi örnek Hollywood'dur. Çoban püskülü bitkisi ormanı anlamına gelen bu film endüstrisi, dünyanın başına çoban olmayı kafaya koyanlarca tüm dünya için aslında püsküllü bir bela haline gelmiş gibidir.

 

Bu çoban püskülü endüstrisinin ürünü filmler önce vahşi ve yamyam Afrika'nın başına medeni ve adil bir Tarzan'ı musallat etmişti ve kazmanın sapı yıllar sonra anlaşılmıştı.

 

Yine bu endüstri western filmleri ile  uygar cow-boy'lar ile vahşi Kızılderililerin arasındaki medeniyet çatışmasının ne de güzel reklamını yapmıştı.

 

Yine bu endüstri ile Elvis Presley'lerin, kuyruklu Chevrolet otomobil uygarlığının ve briyantinli saçların hayranı olmuştuk değil mi?

 

Yine bu endüstri ile Vietnam kahramanlarının belleklerini ve ruhsal sağlıklarını kaybetme pahasına nasıl inanılmaz işler başardıklarını da öğrenmiş olduk. Sokaklarda çocuklarımız kovboyculuk yerine Rambo'culuk  oynamadılar mı?

 

Bu kafalara kazılan imaj yaratma, imagination (düşleme) dünyası, sadece ABD dışındaki hedef kitleler için değil, ABD içindeki hedef kitleler için de şöyle çalıştırıldı;

 

Önceleri 2.dünya savaşında asker bulmakta zorlanan ordu, Amerikan bayrağından yapılmış silindir şapka giymiş, beyaz keçi sakallı Sam Amca denilen yaşlı adamın işaret parmağını objektife uzatarak ve bize bakarak söylediği; "I need you" (sana ihtiyacım var) sözüyle vatansever Amerikalı gençleri orduya çağırdı.

 

Bu grafik sanatların, afiş konusundaki başarısıdır, bu kısa ve yalın söz, bu resimle beyinlere kazınmıştır. Tıpkı bizdeki, "Yankee , go home !" (amerikan askeri, evine dön ! gibi. Ama bizde bunu anlatan bir afiş yapıldı mı hatırlamıyorum)

 

Daha sonraları donanmaya bahriye askeri alınacağı zaman, bunu teşvik amacıyla bir adet deniz altı filmi, bir adet kruvazör ve hücum bot filmi, bir adet de uçak gemisi filmi Hollywood'a ısmarlanmış, ve bu filmlerde işlenen konularla , mesela Alman ve Rus deniz kuvvetlerine karşı  yapıldığı var sayılan kahramanlıklarla amerikan gençleri donanmaya girmeye heveslendirilmiş ve özendirilmişti. Bir taşla iki kuş vurulmuş, bu filmler içerde donanmaya asker toplarken, dışarıda da Amerikan donanmasının takdir edilmesine yaramıştı.

 

İşte şimdi geldik Devlet ve Sanat konusuna..

 

Türkiye'de buna benzer devlet ve sanat birlikteliği var mıdır? Kıbrıs çıkartması üzerine kaç tane film ısmarlanmıştır Yeşilçam'a. ??? Ama televizyonlarda cirit atan mafya dizileri veya kaynana dizileri saymakla bitmez.

 

Türkiye'de reklam olduğu bilinen reklam, kimlerin elindedir,  bu bellidir.Reklamı veren sanayici de, reklamı yapan reklamcı da bellidir.

 

Ama reklam olduğu belli olmayan reklam kimlerin elindedir? Belki de kültür bakanlığının bütçesi yetersiz veya  onca mesele ile uğraşmaktan, bu işlere zaman ayıramıyor, bu fırsatı da yabancılar veya bu işten anlamayan cahil cühela değerlendiriyor olabilir.Belki de bu yüzden düzeysiz, boş ve uyutucu filmler seyrediyor millet.

 

Dikkat edilirse Türkiye'de adına sol veya sağ denilen bir sürü iktidar sahneye gelip, görevini tamamlayarak ya inmiş ya da indirilmiştir.

 

Bunların arasında sol görüşte olduğunu savunanlar olmuş ama kendi anlayışlarının görünen veya görünmeyen reklamını (reklam olduğu belli olmayan reklamını) yapabilmiş midir?

 

Merkez sağ denilen liberal iktidarlar da gelmiş, onlar da kendi doğrultularında yukarıda söylenen şeyleri yapmamışlardır.

 

Hatta Türk milliyetçisi partiler de bazen iktidarda yer almış, onlar da bir Mete han, Oğuz Kağan, Dede Korkut vs. veya Ergenekon destanını kendi fikriyatları doğrultusunda Yeşilçam'da veya  beyazcam'da hayata geçirememişlerdir.

 

Şimdilerde ılımlı İslam denilen, Müslüman ve batıcı iktidar ise 2 yılı aşkın zamandır kendi fikriyatları doğrultusunda yine bu alanda bir şey yapmamışlardır.

 

 

 

Ama İstanbul bilmemneyimin altında filmleri yapılmaktadır.

 

Hadi tüm bunların dışında, kimsenin bilmediği adına partiler üstü devlet denilen, siyasete bulaşmamış olduğu düşünülen büyük bürokrat, aristokrat ve devlet adamı kesimi var ki bunlardan da bu alanda bir uyarı ve bir teşvik sinyali de gelmemektedir.

 

Bunların bir kısmı sadece "kirlenen medya"dan bahsetmekle yetinmektedir. Ama medyayı kimin kirlettiği ise herkesçe meçhuldür.

 

Ve yine Türkiye'de Polonya, Almanya, Fransa, Rusya veya İtalya filmleri değil sadece Amerikan filmleri ve yerli yapım mafya ve kaynana dizileri hüküm sürmektedir. Bu bir tesadüf müdür?

 

Şimdi yine idea ve ideography'ye dönelim. Fransız arkeologu Champillion'un 19 yüzyıl başlarında sırrını çözdüğü hiyeroglif yazısına değinmek gerekiyor tam burada. Champillion anlamış ki, hiyeroglifte bulunan bir resim veya bir şekil aslında bir kelime veya bir cümle. Sözgelişi; bir göz resmi, bir kuş resmi ve bir el resmi varsa, bunun anlamı "adam kuşu gördü ve tuttu" imiş. "Göz" adamın görmesi, kuş ve el, "kuşun yakalanması" anlamına geliyormuş. Kısaca her bir resim, bir ideayı (fikri, düşünceyi veya eylemi) anlatan bir sembol, bir ideogram ( fikir harfi), tüm bunlardan oluşan yazı ailesine de ideography (fikrin basılı hale gelmiş hali) deniyor, grafik dilinde.

 

Japonca da bir ideogramlar (fikir sembolleri) halinde oluşmuş ideogramatik ( fikir sembolleri dili) imiş. Japonca kursuna giden bir yakınım anlattığı zaman, hayrete düştüm.İlgiçtir; Japonca'da "pahalı" kelimesini sembolize eden bir figür var. Figürün fırçayla çizilmiş kaba saba çizgilerini incelediğinizde yuvarlak sinide hamur açan bir kadının kontürlerini (dış çizgilerini) görebiliyorsunuz.

 

Eğer bu kadının tepesine evin çatısını sembolize eden ters V şeklinde iki çizgi attığınızda bu pahalı kelimesi pat diye "ucuz" kelimesi haline dönüşüyormuş.Yani aynı kışın yağan kar, anlamındaki kar kelimesindeki "a"nın üzerine, inceltme işareti koyarak, kazanç anlamına gelen "kâr" şekline dönüştürmek gibi pahalı kelimesini silmeden bir çizgi darbesiyle ucuz yazabiliyorsunuz. Yani evinizdeki kadını evlenmeden çalıştırırsanız o size pahalıya mal olur, ama evlenir ve çatınızın altına alırsanız o size ucuz olur, düşüncesinden hareketle üretilmiş bir sembol veya kelime... Feministler duyarsa, Japonya ve Japonca'yı boykot ederler.

 

İşte karikatür de böyle ideogramlar yoluyla anlatır. Bir daire içine konan iki nokta yüzü ve gözleri, bir hamlede çizilen içbükey bir çizgi gülen ağzı, yine bir hamlede çizilen dışbükey çizgi de üzüntülü bir ağzı ifade etmiyor mu? Bu sembol Internet'e bile girmedi mi?

 

Amaç; kafalara gülen bir yüz figürü ve fikri kazımaksa bundan daha kısa ve etkili ne var???

 

Oysa bir Rönesans ressamı gülen bir yüzü çizip, ışık, gölge ve hacim verebilmek ve bunları boyamak için ne kadar uğraşıyordu?

 

Hatırlayın, Türkiye'deki iki tane birbirine rakip Cell-kart firmasının birinin logosu antenleri olan sempatik bir figürdür ve bu karikatürdür. Bu iki firma da çöp adam şeklinde yapılmış basit ve etkili figürler ile gazete ve televizyon reklamlarını etkili hale getirmiyorlar mı?

 

Bırakın reklam sektörünü, Hollywood'un ürettiği filmlerin fantastik sahnelerinde insanın dışındaki yeşil renkli acayip yaratıklar digital grafik teknolojisinin ürünü birer karikatür değil mi?

 

Pembe panter veya Mickey-Mouse'un üç boyutlu , reel dijital  versiyonu değil mi onlar? Yada Yapı Kredi Bankası'nın  World Card'ındaki mor renkli jel "vadaaa" diyen yaratıkları? Onlar da karikatür veya comix değil mi?

 

Reklam, grafik sanatların içinde değerlendirilmektedir.Veya Reklam grafiği denilen bir dal vardır. Türkiye'de pek rağbet görmeyen televizyon ve sinema grafiği olduğu gibi.

 

Karikatür önceleri Türkiye'de sadece gazete ve dergilerde hayat hakkı bulurken, şimdi bu alanlardan da bilinçli şekilde kovulmuş, Türkiye üzerinde oynanan dezinformasyon (informe etmeme, haber verdirmeme) ve depolitizasyon (politikadan uzaklaştırma) sürecinin devamı olarak sadece yarışmalar, sergiler ve özel albümler sınırına itilmiştir.

 

Karikatürden ekmek yiyebilenler çok azalmıştır.Az sayıda ekmek yiyebilen çizerler ise reklamcılık deyimiyle MARKA OLMUŞ ÇİZERLER yada  Eray Özbek'in deyimiyle hakim otoriter gücün "sopasını ve havucunu" iyi dengeleyebilen çizerlerdir. Bana çizdiğin yeri söyle, sana havuç mu sopa mı geleceğini söylerim ben, diyebilirim.

 

Orhan Coplu'nun Kanada için söylediklerine yürekten katılıyorum. Ben aynı şeyleri 1983 ve 85'lerde Almanya'da yaşadım. Tanesini 250-300 Euro(o zamanki para birimi Deutsche Mark)'ya sattığım renkli karikatürlerimi Türkiye'deki sergilerimde 20 Euro'ya satamıyordum. Bir sürü sol görüşlü dergiye para almadan çiziyordum. Hürriyet Gösteri, Sanat Olayı veya Cumhuriyet'in Ciddiyet sayfasına ise ancak cep harçlığı, mesela bugünün 20-30 doları karşılığında çiziyordum. Bir tek Hıncal Uluç idaresindeki Erkekçe dergisi iyi para veriyordu.Mesela bu günün 100 doları gibi, o da bir ayda bir kere.. Ayda 3-4 dergi ve gazeteye çizerek ancak 200 Euro kadar para kazanabiliyordum Türkiye'de.

 

3000 adet bastırdığım ilk ve tek karikatür albümüm Türkiye'de 3 yılda 1000 tane bile satmazken, Almanya'da 3 ayda 2000 tane sattı. Hatta bir sergimde satılmış olan bir karikatürümü, satıldı etiketine rağmen, yaşlı bir Alman bayan almak istedi, satıldı dememe rağmen onu bir gecede bana yeniden çizdirdi ve satın aldı. Üç gün sora bir komşusu ile geldi, ona da yeniden çizdirdi ve aldı. Ömrümde ilk kez aynı karikatürümün üç nüshasını yapmanın ve kendi kendimi kopya etmenin ezikliğini yaşadım, ama tesellim başkalarınınkini hiç kopya etmemiş olmam oldu. (Bu kopya karikatür konusunda anlatacaklarım var).

 

 1989'da Asil Nadir'in patronluğu esnasındaki Güneş gazetesinde, bu günün parasına göre 2000 dolar maaş almaya başlayınca kendimi profesyonel olarak görmeye fakat çamur ilişkilerin içinde olduğumu hissetmeye başladım. Şimdiki başbakan basın danışmanı aslen mizah yazarı olan Ahmet Tezcan'la orada tanıştım.

 

Mesela genel yayın yönetmeni Metin Münir'in hiç haberi olmadan çizgilerim sansürleniyordu.Zaman zaman da engelleri aşarak baş sayfaya çıkıyordu.Bazı çizerler Metin Münir'in gözdesi, bazı çizerler ise yazı işlerinin gözdesi idi. Mesela Musa Kart ayrı bir odada çizerdi, biz 5-6 çizer küçük bir odada çizerdik, birbirimizden etkilendiğimiz de olurdu.

 

Bu çizerlerin  karakter testi bu ortamda çok da güzel yapılabiliyordu. Hani Turhan Selçuk'un Haslet Soyöz'ün işten çıkarılmasına karşı gelmesi olayında anlattığı, bir çizerin bir çizere sahip çıkması çok nadir görülen bir olay demişler, doğrudur;  Güneş gazetesinde "bana dokunmayan yılan bin yaşasın, aman beni kovmasınlar da kimi kovarlarsa kovsunlar, bu yüksek maaşı bir daha nerde bulurum" anlayışı hakimdi. Çünkü maaşlar gerçekten çok yüksekti, yüksek olmayan karakterleri bozacak kadar yüksekti. Herkesin çizdiği yazı işlerine sunulur ve elenerek baş sayfaya konacak karikatür belli olurdu. Bu da hoş bir teşvik unsuruydu.

 

Ben aynı zamanda Türkiye'de ilk kez olduğunu savunduğum kadın-erkek ilişkileri üzerine bant karikatürler çiziyordum.(benden  sonra Piyale Madra; Piknik tipini bırakarak, çok güzel bir isim bularak, Ademler ve Havvalar başlığı altında bu kadın erkek ilişkilerini çok da başarılı bir şekilde çizmeye devam ediyor.)

 

Ama bu bantlarım da feminist editörlerin olduğu kadın sayfasında yayınlanıyor ve kadınları eleştiren karikatürlerim çoğunlukla engelleniyordu. Ahmet Tezcan ise, "kimsenin söylemeye cesaret edemediklerini, gizli iç duygularını çiziyorsun da ondan" diyordu. Ama erkekleri eleştirdiğim zaman itirazsız basılıyordu.

 

Anladım ki, gazetelerde baş sayfa çizerleri dışındaki çizerler adeta illüstratör gibi muamele görüyor ve reklam ajanslarındaki yaratıcı yönetmenler nasıl genellikle hep metin yazarlarından çıkıyorsa, gazetenin karikatüre "izin ve yön veren" yönetmenleri de bırakın sayfa editör ve şeflerini, isimsiz ve tecrübesiz bir muhabir bile olabiliyordu. Çin komünist partisinde bulunan eski fahişelerin partiden ihraç edilmesi konulu haberini bize getirip "buna hemen bir karikatür çiz" dedikleri oluyordu.Yani döner tabağının yanındaki garnitür gibi, bizden 10 dakikada karikatür isteniyordu. Bu şartlarda bir karikatürcünün bir köşe yazarı gibi düşünüp, araştırıp, gündemi belirleyip, onurlu bir şekilde çizmesi, yada yarışmaya hazırlanır gibi hazırlanması elbette beklenemez. Çin komünist partisinin bir yetkilisinin kapıdan şutladığı bir Çin'li bayana "Sex işçisiyim, toplumsal görev yapıyorum sözlerin beni bağlamaz, burası namuslu parti, dışarı" diye bağırmasını çizdiğim zaman, genç muhabirin ağzı kulaklarına varmıştı. Çünkü ancak şimdi yazdığı haber daha ilgi çekici ve okunur olacaktı. Onun ve diğer bir çokları için karikatür, ancak gündemdeki haberlerle ilgiliyse, ve komik sözler ve komik tipler taşıyorsa karikatürdü.

 

Biz çoğu zaman çizgilerimizi halka değil, tepemizdeki hiçbir karikatür eğitimi görmemiş "çizi işleri müdürlerine" beğendirmek zorundaydık. Ve karikatür denince onlar sadece Gırgır şeyleri karikatür diye bellemişlerdi.

 

Biz de buna itiraz edemezdik, hatta içimizden bazı çizerler karikatürleri daha sık yayınlansın diye, yazı işlerindekilere çay ısmarlar, özel dostluklar geliştirmeye uğraşırlardı. Ama onlar kesinlikle bize çay ısmarlamazdı.Yanımıza sohbet için gelmezlerdi. Bizden hep onların yanına gidenler olur, "ya bize çizilecek bi şeyler verin" denirdi.

 

Sedat Simavi gibi, Abdi İpekçi gibi çizerlikten gazeteciliğe ve yazarlığa geçmiş karikatürün ne olduğunu bilen şefler yoktu başımızda.

 

Feminist bir sayfanın yönetimi altına feminist olmayan bir çizeri vermekle kadın erkek ilişkilerinin demokratik olarak anlatılabileceğine inanan  idareciler vardı Güneş'te.

Güneş battı. Güneş'in içindeki başarısız yönetim sayesinde, dışarıdan da  İngiltere'nin Asil Nadir'i köşeye sıkıştırması sonucu Güneş battı.

 

Bunda bu günlere kadar uzanan basının tekelde toplanmasını isteyenlerin de payı var mıdır, bilmiyorum.

Bir örnek daha , Metin Münir'den sonra Ahmet Altan genel yayın yönetmeni olmuştu Güneş'te. Bu kez Ahmet Altan çizilen karikatürlere olmuş veya olmamış değerlendirmesi yapıyordu. Sovyetler Birliği dağılmıştı, Yıldırım Akbulut başbakan, Turgut Özal cumhurbaşkanıydı.  Mesut Yılmaz gölge başbakandı, herkes onun başbakan olacağını söylüyordu. O günlerde Türkiye, uluslar arası siyasette nasıl davranacağını bilemez haldeydi,.. Ben bir çizer olarak bunu fark etmiştim.  Artık soğuk savaş bitmiş, iki kutuplu dünyadan tek kutuplu dünyaya geçiliyordu, tek hakim güç ABD oluyordu, belki Türkiye'nin NATO'daki değeri ve önemi azalacaktı. Belki de Türkiye bunu hissetmeli ve başka alternatifler aramalıydı. Bunu kesinlikle çizmeliydim. Bunun üzerine;
İsmet Paşa'nın Johnson'un ağır mektubuna verdiği çok anlamlı yanıt aklıma geldi: Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye orada hak ettiği

yeri alır.İsmet Paşa bu cümlesini, Türkiye otomobilinin sürücüsü ve yönünü tayin etmeye çalışan Yıldırım Akbulut'a söylüyordu çizdiğim karikatürde.

Bana bu karikatürü 1989-90 yıllarında çizdiren duygularımın  ne kadar isabetli olduğunu  2006-2007 yıllarında Türkiye'ye batı tarafından biçilen rolü görünce, bir kez daha anladım.

Ama ne yazık ki bu karikatürüm o günlerde gazetede yayınlanmaya değer bulunmadı.

O günlerde kaynayan bir kazana benzettiğim, üzerinde Afrika, Asya ve Avrupa kıtalarının olduğu dünya şeklindeki çift kulplu bir kazanı gürül gürül yanan bir odun ateşinin üstünde resmetmiştim.

Bu karikatürüm, gazete yöneticilerinin çok hoşuna gitmiş, baş sayfaya basmışlardı.

Dünya bir kaynayan kazan demeliydik ama bu kazanda Türkiye ne yapmalı dememeliydik, gazetemizde.

Dünya ile ilgiliyiz ama Türkiye ilgi alanımızda değil. Türkiye kazanda fokur fokur kaynasın. Kimin umurunda?

Bir de sansüre karşıydık, basın özgürlüğünü savunurduk
Türkiye'deki gazetelerde karikatürcüler nasıl yazı işleri denilen resim işlerinden anlamayan kadro'nun emri ve tahakkümü altındaysa, reklam ajanslarında da grafikerler ve adına art direktör denilen daha usta grafikerler de, adına kreatif (creative) direktor denilen ve hiçbir görsel tasarlama gücü olmayan sadece metin yazabilen ve buluşları da sözel esprilere dayanan metin yazarlığından gelme sözüm ona yaratıcı direktörlerin baskısı altındadır.

 

Bunların hiç birisi görsel düşünceyi bilmez ve hiçbirisi karikatürden filan anlamaz. Bunlar karikatür diye Çin Komünist Partisi haberine çizdiğim şeylere gülerler ve bunların hiç birisi içinde metin olmayan sadece görsel tasarıma dayanan reklamlar üretemez.

 

Bu adamlar ; bir matkap ucunun bir otomobil kaportasını delmeye uğraştığını, delemeyip büküldüğünü hayal edemez ve bu reklamın sonuna volkswagen logosunu oturtamaz.

 

Bunlar ancak, Ayşe teyzenin cırt yapan gömleğine çamaşır suyunun zararlarını anlatır gibi, tıpkı broşür metni yazar gibi otomobil kaportasının ne kadar sağlam olduğunu, "kaportayı kap ortasından, tam kapının ortasından" gibi söz oyunlarını bir yaratıcılık haltı sanarak "del bakayım deliniyor mu, delinmiyor, delinmiyor, beni deli ediyor" şeklindeki tekerlemelerle gerçekten sulu mizah misyonuna uygun, kültürsüzleştirilmiş, zevksizleştirilmiş ve avamlaştırılmış, ayağa düşürülmüş kenar mahalle jargonu ile ancak konuşmaya ve sese sığınarak, yazıya ve metne dayanarak reklam yaptıklarını zannederler. Gerekçeleri de müşteri (reklam veren ) böyle istiyor veya halk başka türlüsünü anlamaz şeklindeki yıllardır söylenen yalanlardır..

 

"Kayboluyor, kayboluyor, ağızda kaybolmayan sakız" gibi laflarla sakız firmasının paraları kaybolmasın sakın? Halbuki bu reklamlara harcanan bütçe ile sadece sakızın ismi ve logosu yayınlansa bile belki de satış yine aynı olabilirdi. Belleklere kaybolmayan sakız kavramı çakılabilir ama gerçekten insanların kaybolan sakızlardan şikayeti var ise bu yapılmalıydı. Kaybolmayan sakıza gerçekten ihtiyaç var ise bu yapılmalıydı.ve en önemlisi bu reklam satışları önemli ölçüde arttırmış mıydı???.

 

Türkiye'nin sinema endüstrisi ne ise, reklam endüstrisi de odur dersek yanılmış olmayız. Bul iki tane manken, söylet onlara kaybolmayan sakız cıngılını(reklam şarkısını), al milyarlarca doları. Hiçbir bilgisayar grafiği olmadan, hiçbir yüksek prodüksiyon maliyetine girmeden, kabare tiyatrosu gibi oynat, adına reklamcı densin. Belki de müşterinin bütçesi azdı, o bütçeye göre ancak  bu reklam yapıldı, bilinmez.

 

Ama şuna dersiniz?; "Biz 60 yıldır Türkiye'nin hizmetindeyiz, Türkiye için çalışıyoruz. Biz bilmem ne bankasıyız", diye reklam metnini benim 13 yaşındaki oğlum da yazar.Bu yazıları daralan bir biçimde ekranda akıtmayı benim oğlum Word programında yapıyor. Sadece tok sesiyle seslendirme yapacak spiker lazım.

 

Bunları reklam diye izliyoruz., Türkiye'de.

Hiç unutmuyorum, Fuzul Otomotiv'de ne var, ne yok diye bir başlık yazarak; yoklar hanesine dövizle satış yok, faiz yok, vade farkı yok, sıra beklemek yok vs. yazmıştım bir reklam tasarımımda. Varlar hanesinde ise, hemen teslimat var, dilediğiniz rengi seçme hakkınız var, aksesuar paketi seçme hakkınız var vs.. ve ayda 14 milyon taksitle Fiat Uno S var, demiştim ve kampanya başarılı olmuştu. Sonra bir çok otomobil firmasının reklam ajanslarının metin yazarları bunu aldılar ve kendi otomobil markalarına uyarladılar. Taklit karikatür var da taklit reklam yok mu..?

 

Bunu Kayserili iş adamlarına sorun; bir firma bir koltuk modeli üretir üretmez diğer firmalar da onun aynısını yapıyor mu yapmıyor mu?

 

Türkiye bir taklitler ve taklitçiler cenneti değil midir canlarım?

Batılı gibi olamıyoruz ama, batıyı taklit etmiyor muyuz???

 

Aynı batı taklidi diskoteklerimiz var, batılı diskoteklere dans yapmaya, biz diskoteklere seks yapmaya gidiyoruz.

 

Bayanlarımız batılı gibi mini etek giyiyor, sonra otobüste oturunca bacakları gözükmesin diye eteğini aşağıya çekiştiriyor.

 

Batıdaki gibi feministlerimiz var ama sigarasının erkek tarafından yakılmasını, hesabın erkek tarafından ödenmesini istiyor.

 

Batılının bindiği otomobillere biniyoruz ama kırmızı ışığı gördüğümüz halde ışığın dibine kadar son sürat gelip zınk diye durmayı marifet sayıyoruz.

 

Taklit mi ararsın bizde, tonla. Birinden duymuştum, çok beğendim. Türkiye'de biz yapmıyoruz, etmiyoruz. yapıyor-muş, ediyor-muş gibi görünüyoruz, demişti. Al sana taklidin özeti..

 

İşte bir çok reklamcı, reklam yapmıyor, reklam yapıyor-muş gibi görünüyor sadece..

 

İyi bir karikatürist, iyi bir reklamcıdır aynı zamanda.Zaten karikatürcü mesaj verme tecrübesi bakımından iletişim sanatlarını ve sembolik anlatım olan ideography'yi bilir. Barış güvercinini nerede, şişman kötü adamı nerede kullanacağını yani hangi sembolle hangi mesajı, hangi ideogram ile hangi ideography'yi vereceğini bilir. Bu yönüyle zaten bir görsel yönetmendir, istese de istemese de grafik sanatların içindedir.

 

Bir fikri, bir düşünceyi, bir kavramı da sunma gayreti içinde olduğu için "mesaj ve masaj" dediğim kazıma, iz bırakma eylemini bizzat yapıyor demektir.

 

Bir karikatürist, karikatürde yazıya şiddetle karşı olsa bile,  bir biçimde kesinlikle çizdiği karikatürlerde gerektiği zaman yazı yazmış ve bunun dozunu da kendince  ayarlamıştır.

 

Mesela benim yaptığım iki örnek; 82 anayasası için çizmiştim; bir zayıf adam soruyor; "anayasa?", şişman adam yanıtlıyor; "banayasa!", zayıf yine soruyor ; "sanayasa?", şişman adam son kez yanıtlıyor; "sanayasak!".. Bir kelimenin başına "s" ve "b" harfleri , sonuna da "k" harfi ilave edilerek, tümüyle metin yazarlığına dayanan bir karikatür, tabii adamlar da konuyu pekiştiren semboller. (ama dikkat buyurun, tipografik espriye dayanıyor, tıpkı Japonca örneğindeki bir çizgi ilavesiyle anlam değişmesi gibi, yoksa kaporta örneğindeki gibi laf salatası değil.)  Yine başka bir karikatürüm; İstanbul'un camili silueti, ve sinekli çöp bidonları dev gibi, buraya kadar olanlar dekor ve yardımcı unsurlar, sonra İstanbul'un nüfus veya trafik tabelası, üzerinde Pistanbul yazıyor. Kirli İstanbul demenin karikatürcesi..

 

Diyeceğimiz odur ki, karikatürcü, ister istemez bir metin yazarıdır. Üstelik bir çok metin yazarından ayrıcalığı vardır; görsel düşünür, görsel düşünceye yatkın metinler üretir ve görsel-işitsel bütünlüğü zaten hazmetmiştir.

 

İşte bir karikatürcü gerektiğinde tek kişilik bir reklam ordusu halinde tek başına çalışabilir. İşte Erdoğan Karayel'in de, Faruk Çağla'nın da ve diğer değerli bir çok dostumuzun da, hayat mücadelesindeki güç kaynağı budur.. Bu güç sayesinde yıkılıp yıkılıp tekrar dikilebiliyoruz., Necati Abacı'yı patlayan aort damarı yıkmasaydı, eminim yine dimdik olacaktı.

 

Kısacası iyi karikatürcüden iyi reklamcı çıkar.Ama iyi reklamcı olmak için de illa karikatürcü olmak gerekmez. Ama iyi bir reklamcı, iyi karikatürü herkesten önce anlar. Çünkü konu; iletişim sanatlarıdır.Bu onların işidir.

 

3 yıl önce NTV'de soru-cevap programında, reklamcılar derneği başkanı Sn. Nesteren Davutoğlu'na bir dizi soru yollamıştım, internet kanalıyla, canlı yayında. Sorular şöyleydi;

1-Reklam ajanslarında neden creative (yaratıcı) directorler (yönetmenler) genellikle metin yazarı kökenlidir de art director kökenliler azdır.?

2-Türk televizyonlarındaki TV reklamlarını görmeden dinlesek bile anlıyoruz, neden radyo reklamı yapılır gibi televizyon reklamı yapılıyor, neden göze değil de söze ve kulağa hitap eden TV reklamları çoğunlukta Türkiye'de?

3-Bunda  creative direktörlerin aslında metin yazarı olmasının payı ve etkisi var mıdır?

 

Cevaplar yüzde doksan şöyle;

1-Ay bu arkadaş çok ince ayrıntılara dikkat etmiş. Dediği gibi değil aslında, yaratıcı yönetmenlerin hepsi metin yazarlarından çıkmıyor, ama metin yazarlığından gelenler de çoğunlukta olabilir. Ama mesela BEN, yaratıcı YÖNETMENLİĞE MÜŞTERİ TEMSİLCİLİĞİNDEN geldim.

2-Ay evet, çok söze dayanıldığı söylenebilir. Sanırım müşterilerimiz öyle istiyor.Koşullar öyle gerektiriyor olsa gerek.

3-Sanmıyorum, dediğim gibi şartlar ve müşterilerimizin etkisi olabilir.

 

Hiç dikkatinizi çekti mi, müşteri temsilcisi olarak çalışan bir bayan, reklam ajansı açıyor ve YARATICI YÖNETMEN oluyor.

 

Metin yazarlarına toz kondurmuyor, MÜŞTERİNİN DÜMEN SUYUNDA gittiklerini ve koşullar öyle diyerek İŞSİZ KALMAMAK için böyle yaptıklarını satır arasında itiraf ediyor.

 

Yani doktor, aç kalmamak uğruna kendi bildiği ameliyatı değil, hastanın önerdiği ameliyatı yapıyor.( ama burada doktor da yok, doktor olmayan bir kişinin başhekimliği söz konusu.)

 

Yani tekrar halk böyle istiyor, müşteri böyle istiyor popülizmi, dikkat buyurun karikatürde de, reklamda da aynı !!!!

 

Demek ki reklamcı, doğru olduğuna inandığı reklamı değil, müşterisine beğendirebildiği reklamdan para kazanıyor. Hani Hipokrat yemini gibi olan  reklamcılık etiği ve ahlakı??? Demek açlık gelince etik gidiyor!!!

 

Tıpkı Güneş gazetesinde halka değil, editöre göre çizdiğimiz trajedisi gibi.

 

Allah, müşteri temsilcilerinin gazabından reklam yaratıcılarını korusun!

 

Mesut Yılmaz demişti ki, "Dünya'nın en ünlü reklamcısı SeGuela'yı çağırdık, ama bizim istediğimiz reklamları yaptırdık."

 

Ünlü et lokantaları zincirlerinden birine broşür tasarımı yapıyordum. Sahibinin istekleri reklam açısından sakıncalıydı, isteklerinin olmayacağını söylediğimde, "senin gibi akademi bitirmedim ama, parayı ben veriyorum, benim dediğimi yapacaksın" demişti.

 

Yani adam diyordu ki, "kro'yum ama para bende"..

 

Türkiye'deki karikatürün de, reklamın da ana sorunu tahsilli, eğitimli, kültürlü, aristokrat, elit veya burjuva (gerçek kent soylu)  kesimde para denilen meretin olmayışıdır. Para olanlarda ise bu saydıklarımızın olmayışıdır.

 

İşte Atlantik ötesi emperyal kültür ve kara Avrupasının yaşlı emperyalleri,  canım Türkiye Cumhuriyetinde gerçek kentli beyefendi ve hanımefendilerin hem kültürlü ve hem paralı olmasını istemiyor ve bunu engelliyorlar. Bu yüzden orta sınıf yok edilmeye devam ediliyor ve bu yüzden sınıf atlamak bilgiyle değil sadece ticaret yoluyla açık hale getiriliyor.

 

Açıklamayacaktım, hadi açıklayayım; ve bu yüzden zenginler de aydınlanmasın diye sürekli yoz kültür empoze ediliyor. Onların korktuğu parasız kültürlüler değil, onların korktuğu paralı ayıların uyanıp insan gibi davranması.. Onun için uyutmaya devam.Onların korkmadığı şey ayının paranın kölesi olmasıdır, korktukları şey ise paranın insanın kölesi olmasıdır.

 

Onların bildiği, bizim bilmediğimiz formül işte budur.Bu formülün işlemesi için de diğer bir formül vardır, yıldırmak, sindirmek, sindiremediğini satın almak, satın alamadığını da yok etmek.

 

Onlar Mercedes'e binip çiğ köfte ile whisky içen ayılardan değil, Mercedes'e binip karikatür sergilerini gezebilecek, bir karikatüre 300 euro parayı gözünü kırpmadan verecek zengin Türk aydınlarının yetişmesinden korkuyorlar. Yani onlar feodal Türkiye'nin yerini, sadece ekonomik olarak kalkınmış değil, zihinsel olarak da kalkınmış Türkiye'nin almasından korkuyorlar. Yani onlar "rakip" istemiyorlar.

 

Unutmayalım; sanatın da, kültürün de, karikatürün de, karikatürcünün de konumu, sanatçının yaşama ve üretme koşulları hep bu kaosun içindeki hesaplaşmalar ile belirlenmektedir.

 

Reklamcı olarak ise, yüzlerce  firmanın reklamını, amblemini, broşürünü, basın ilanını, hatta TV reklamını yaptım. En kolay ve en güzel anlaştığım müşteriler rafine kültür almış, kültürlü ve aydın iş adamlarıydı. Onlar ödedikleri paraya acımadılar, severek verdiler ve reklamcısına inandılar, bilmediklerini sordular ama asla emretmediler.

 

En kolay parayı kazanan, en zevkli reklamları yapan uluslararası müşterileri olan çok uluslu reklam ajanslarıdır Türkiye'de. Coca colanın kutup ayılı reklamlarına Türkiyedeki Cocacola itiraz edemez. Türkiyedeki reklam ajansı, Türkiyedeki cocacola böyle berbat filmler istiyor, biz de yapmak zorunda kalıyoruz, yapmayalım da iş siz mi kalalım, demez, diyemez, işler bu noktaya gelmez, getirilmez. Türkiyedeki reklam ajansı, Cocacolayı yerel kültüre uyarlayarak, ayakkabı boyacısın fırça sesleri ile, kolanın cam şişesinin tıngırdamasını yarattığı bir müzikle birleştirir, ve dikkat edilirse hiç konuşmaya ve metine yer vermeden sadece müzik ve görsellikle vereceği mesajı verir. Bu reklamda başarılı olur. Bu da Türk reklamcılarının ender güzel reklamlarına örnek oluşturur.

 

Reklam da , karikatür de elit ( seçkin) bir uğraştır, kolay yetişmeyen seçkin kafalar tarafından üretilir.Yetenek gerektirdiği kadar, çok yönlü düşünce ile çok geniş kültür ve bilim birikimi gerektirir.

 

Aslında bu kişilerin iltifat ( iltifat; taltif edilmek, ödüllendirilmek, teşvik ve takdir edilmek, desteklenmek) görmesi gerekir. Bir söz vardır,

"marifet iltifata tabidir( tabi olmak; bağlı olmak)

iltifat görmeyen marifet zayidir (zayi olmak; yok olmak, kaybolmuş olmak)"

 

Türkiyede'ki hadise budur.Orhan Coplu Kanada'da iltifat görmektedir.Türkiye'dekiler ise nasihat görmektedir.(aba altından sopa görmektedir de denilebilir)

 

7) don kisot dergisinin artilari ve eksileri?

Don Kişot, bu yazıyı basarsa artıdadır.Boşuna emek vermediğimi anlarım ve  teşekkürlerimi sunarım. Don Kişot okurlarından gelecek tepkileri çok merak ediyorum. İlk kez bu kadar kapsamlı bir yazı yayınlanıyor sanıyorum.Don Kişot dergisi gerçek bir Don Kişotluk yapmaktadır, kolaylıklar dilerim ve destek olmaya devam edelim derim.

 

8) son dönemlerde tartisilan "taklit karikatür" konusundaki görüslerin?

Taklit karikatür son dönemlerde tartışılıyorsa, internet sayesindedir. Oysa taklit karikatür her dönemde vardı.Benim bir karikatürüm 1990'larda çok fena taklit edildi.(taklidin de çok fenası olur mu demeyin, çok fenası var.) Tan Oral gördü ve dedi ki "bu benzerlik veya esinlenmek filan değil, adam düpedüz yağlı kağıdı senin karikatürün üzerine koymuş, ve en ufak çizgi kıvrımına kadar üzerinden geçip, altına da kendi imzasını atmış, yani tam kopyasını çıkarmış" dedi. Yani öyle Eray Özbek'in çizdiğine çok yakın espri ve renkte çizen Çinli çizerin yaptığı gibi filan değil, düpedüz Eray Özbekin imzasını silip, kendi imzasını atması gibi yapmış sevgili taklitçim. Deveyi hamutuyla yutmak buna denir. Bunu yapan da herkesin duayen olarak bildiği rahmetli bir karikatürcü büyüğümüz. Eskiden beri demek ki bu geleneksel yağlı kağıt yöntemiyle Avrupa dergilerin üzerinden etüt ediyordu, bu kez adı unutulmaya yüz tutmuş yerli bir çizerden carbon copy yapınca yakalandı.Adını Tan Oral bilir. Kopyası aynen yapılan karikatürüm, şöyleydi; (Almanya'da kaldığım yıllarda çizmiştim), arka planda tipik Alman kilisesi ve yüksek çatılı Alman köy evleri var. Ön planda ise biri alman hanım , diğeri Türk işçisi hanım elleriyle kendilerine ait bebek arabalarını itiyorlar. Alman hanım, baldır, bacak ve mini eteği ile çok seksi (güzel kadın çizeri ağabeyimizi bu bacaklar çekmiş olacak ki hemen kopyasını almış, ama hızını alamayarak tüm karikatürü almış, bi tek imzamı almayı unutmuş) görünüyor. Başı kapalı, koca memeli Türk veya Kürt işçi hanımının bebek arabasında ağzında emzik olan bir bebek var, bebek mutlu.Alman hanımın bebek arabasında ise ağzı emzikli mutlu bir köpek yavrusu var, bebek gibi yatmış. Sanatta var olan "kıyas (karşılaştırma) yöntemi" kullanılarak yapılmış, seyirciyi Alman nüfusu niye artmıyor da Türklerinki artıyor, düşüncesine sevk edecek afiş veya tablo niteliğinde, illüstratif ve renkli bir çalışmaydı. Bunun ve  buna benzer karikatürlerimin kartpostallarını bastırmıştım, orijinallerini satamıyorum, hiç olmazsa bayram kartı olarak alsınlar demiştim. Bir takım da o yaşlı karikatürcü ağabeye hediye olarak yollamıştım. Sonra benim imzamı silip, kendi imzasıyla yayınlaması bana en güzel hediye oldu. Çünkü çocukluktan beri hayranı olduğum bir çizer tarafından kopyalanmak bana kızgınlık değil onur verdi.Nur içinde yatsın, Allah rahmet etsin. Ona gerçekten kızgın değilim.Aksine teşekkür borçluyum.

 

 

Fakat bir karikatürümün bir yakın arkadaşım, hem de fakültedeki sınıf arkadaşım tarafından taklit edilmesi beni kızdırdı. Onunla fakültede aynı sınıfa düşmüştük, o bir sınıf benden öndeydi ama Çarşaf'ta çizmekten dersleri çarşafa sermişti ve sınıfta kalarak bizimle aynı sınıfı tekrar okumak zorunda kalmıştı.Ben o zaman karikatür çizmiyordum, çocukluk yıllarımda çizmiş ve bırakmıştım. Herkes onun hayranıydı, kızlar onun peşindeydi, iki kızı aynı anda idare ederdi.Ben de onu çok takdir eder ve hatta gıpta ederdim. Okulu birlikte bitirelim derken bu kez ben son sınıfta kaldım.(Çünkü bir asistanı tartaklamıştım. Ve illüstrasyon ustası ben, illüstrasyon dersinden sınıfta kaldım. Yani yetenek para etmiyor, hal ve gidiş de önemliymiş üniversitede, bunu da öğrenmiş oldum.) Bu çizer dostum zengin bir kızla evlenip Almanya'ya gitti.

 

Ben yanlış bir ameliyat nedeniyle sakat kaldıktan sonra Tan Oral'ın deyimiyle can havliyle bastonları atmak için kaleme sarıldım ve çizer oldum.(Bastonları bıraktığım zaman, karikatürü de bırakacağım demiştim, sanırım öyle de yaptım.) Erdoğan Karayel'in teşvikleri ve ısrarıyla Almanya'daki bir yarışmadan ödül alınca bana Almanya yolları gözüktü ve 2 yıl kadar Almanya'da yaşadım ve ameliyatlar oldum. Çizer dostumun Almanya'da olduğunu biliyordum ama hiç görüşme şansımız olmadı.

 

Neyse, yurda döndüm ve yoksul bir Türk kızıyla da ben evlendim. 5-6 yıl sonra ben de bir çocuk sahibi olduktan sonra ayrıldım.Oğlum 7-8 yaşlarındayken Taksimdeki Bursa Kebapçısında o çizer dostumu yaşlanmış ve iki çocuğu ile yemek yerken gördüm. Sarılıp öpüştük, o kısacık sürede anılarımızı tazeledik, ne de olsa ikimiz de çocuklu ve dul erkektik.

 

Türkiye'ye dönmüş, Milliyet'e girmiş, iş yerine çağırdı. Oğlumla gittim, yirmi yıl kadar önce bastırdığım ve elimde 4-5 adet kalmış olan özenle sakladığım karikatür albümümden birini ona imzaladım gazetedeki odasında. Onun çalışma şartlarına imrendim. Böyle bir odada hiç karikatür çizemediğimi düşündüm, bana iş bulmasını rica ettim. Yıl 1998 filandı. Çok zor Faruk'cum dedi. İş bulma ricamdan sonra eski samimiyeti kalmadı, artık gitmemi bekler gibiydi. Durumu anladım, vedalaştım ve bir daha aramadım.

 

O günlerde Milliyet gazetesinde Üniversiteli gençliği ile ilgili bir yazı dizisi çıkıyordu.Bu karikatürcü dostum da o dizi içinde konuyla ilgili karikatürler çiziyordu.(döner tabağındaki domates niyetine, dikkat buyurun basında yine çizer ikinci planda.yazar birinci planda, tıpkı reklam ajansı. ) Şans eseri elime geçen Milliyetin o günkü sayısında o sayfaya baktığımda;   "aaa benim karikatür, onun imzasıyla"."Olmaz böyle şey," dedim.

 

Ve bu sefer çok bozuldum.İhanete uğramış gibi hissettim kendimi."Ya on gün önce adına imzalanmış bir kitaba, yapılır mı bu be" diye geçirdim içimden.

 

Ona armağan ettiğim karikatür albümümde 1981 tarihli imzam ile ( ben hep çizdiğim karikatürlere imzamın kuyruğuna o yılın tarihini sıkıştırmışımdır, sonradan iftiraya kurban gitmeyeyim diye) çizdiğim şu karikatürüm yer alıyordu; Aşağıda merdiven başında koltuk değnekli bir genç, başıyla yukarıya bakıyor. Önünde birinci kat merdiveni, sonra ikinci kat merdiveni, sonra üçüncü, dördüncü, beşinci kat merdivenleri. Merdivenlerin bittiği en üst noktada bir kapı ve kapının üzerinde ORTOPEDİ yazıyor. Ben bu karikatürü sakat kaldıktan hemen sonra gittiğim bir doktor muayenehanesinin üst katta ve asansörsüz bir binada olması nedeniyle kızgınlıkla çizmiştim, ve sakatlar üzerine çizdiğim ilk karikatürümdü..

 

 

Sevgili okul arkadaşım, benden daha tecrübeli çizer dostum, adına imzaladığım ve elimde çok az sayıda bulunan karikatür albümümdeki bu esprimi, aynı açı, aynı merdiven sayısı, aynı kapıya kadar çizmiş, sadece iki şeyi değiştirmiş; değnekli gencin yerine tekerlekli iskemlede koltuğunda T cetveli olan üniversiteli sakat genci oturtmuş, bir de kapıdaki ortopedi yazısını UNİVERSİTE olarak değiştirmiş. Yani sakat öğrenci üniversiteye nasıl gitsin?

 

Halbuki bunu anlatmak için Beyazıt'taki Üniversitenin Osmanlıdan kalma anıtsal kapısını ve onun önündeki merdivenleri çizebilirdi ve beni taklit etmekten kurtulurdu.Demek ki bana hiç saygı duymamış. mesleğine de duymamış..

 

Sanıyorum Milliyette de zoraki çalışıyormuş ki, mesleğini sevmeden icra ettiği için taklit kolayına gelmiş. Zaten kısa bir süre sonra gazeten ayrılmış, duydum ki şimdilerde ressamlık yapıyormuş.İnşallah ressamlığı severek yapıyordur.

 

Sonradan düşünüyorum da bu hırsızlıklara kızamıyorum ve onur duyuyorum. Taklit edenler, taklit edileni büyütüyor aslında.

 

Bir de esin kaynağı dediklerimiz var. Mesela Cumhuriyette çizdiğim yıllarda, saygı duyduğum çizerlere esin kaynağı olmuş bazı karikatürlerim var, bunları anlatacağım, çünkü bunlar kabul edilebilir ve taklit sınıfına girmeyen, esinlenmek yoluyla karikatür dünyasını zenginleştiren örneklerdir. Bir tanesi şudur; yine karikatür albümümde yer alan;  güneşin etkisiyle erimekte olan kardan adamın kendi yok olmasına neden olan güneşe boşuna bir gayretle tabanca sıkmasını anlatan bir karikatürüm vardı. Bu karikatürümü gören bir usta çizer kızgın çölde, güneşin sıcağından kan ter içinde kalmış bir askerin otomatik tüfeği ile güneşe ateş etmesini çizmişti. Yine albümümde yer alan diğer karikatür şöyleydi; boks maçı yapan iki boksörün ikisi de gardını almış vaziyette iken, birinin iki eli birbirine iple sıkıca bağlı ve sadece çok zor bir savunma yapmak zorunda kalmış. Adil gözüken ama hiç de adil olmayan olayları hicvetmek için çizmiş olduğum bu karikatürü herkesten önce görmüş olan bir çizer  ertesi gün şu espriyi çizmişti: Ringde yine iki boksör, ikisi de eldivenli, ikisi de gardını almış, ama birinin belinde tabanca var. Yine adil olmayan dövüş fikri işlenmiş ama teknik bir kusur var.Sadece baş parmağın serbest kaldığı boks eldiveni ile tabanca kullanılabilir mi, tetiğe geçirecek tek parmak nerede??

 

Bunları kimseye söylemedim, ilk defa burada açıklıyorum.Dikkat edilirse esinlenip çizilenle orijinali arasında düşünce ve buluştaki kalite farkı hemen anlaşılır.

 

 

Bunlar benim özelimde benim özel bir gayret sarf etmeden, özel bir araştırmaya girmeden tesadüfen gözüme çarpanlardır. Düşünün, bir de özel olarak araştırılsa örneklerin çoğalması  mümkündür gibime geliyor.

 

Her gün çizmek zorunda olan çizerlerde bazı tıkanmalar sonucu, böyle esinlenmeler normaldir ve doğaldır.Bunlar Türk karikatür dünyasını zenginleştirir.Bu esinlenmeyi yapan çizer dostuma olan saygım devam etmektedir. Onun bana iyilikleri çoktur. Ona esin kaynağı olabilmişsem ancak şeref duyarım.Aynı konunun iki ayrı çizer tarafından birbirinin aynısı olmadan fakat yakın bir biçimde yorumlanması şeklinde değerlendirilmelidir, diyerek bu konuyu bitiriyorum.

 9) dernek yönetimi ile üyeler arasindaki kopukluk.. artan üye sayisina

karsin ters oranda gelisen hiziplesme ve ayrismanin nedenleri?

 

Dernek, "Karikatürcüler Sendikası" gibi işlemedikten sonra dernek bir avuç kişinin hobby aracı olmaktan öteye gitmez.
 

Sendikaların da halini görüyoruz. Koskoca DISK 12 eylülde gıkını çıkaramadı.
Sendika ağalığı diye bir olaydan söz ediliyor. İşte yine aynı konuya geldik; paranın olduğu yerde kültür de olabilsin ki paraya bilinçli yön verilebilsin.

Benden 9 yaş küçük kardeşim Yıldız Teknik üniversitesinde siyaset bilimi doktorasını vermiş birisidir, yardımcı doçent olarak çalışıyor. Geçen yıllarda  Paris'te Dünya sendikalar Birliği'nin toplantısına DİSK üyeleri de çağrılmış. Bizimkiler Luvr Müzesini gezmek yerine otelde dansöz oynatmışlar. Bunu kardeşim anlattı.Karikatürcüler de aynı şeyi yapar demiyorum ama, Güneş gazetesinde yaşadıklarımdan sonra, ve Turhan Selçuk'un karikatüristlerin birbirini çekemediğini söylemesinden sonra bu birlik beraberlik meselelerinden ümitli değilim.

 

Mantık olarak şöyle düşünmek lazım; karikatürcüler derneğinin  açık veya gizli bir destekçisinin bir sponsorunun olması lazım. Bu sponsor karikatüre gönül vermiş bir belediye başkanı, bir siyasetçi veya devlet erkanından bir kimse olmazsa zaten geçmiş olsun.

 

Diğer alternatif, karikatüre emek vermiş bir gazeteci, bir basın emekçisi, karizmatik bir lider olması lazım ki, bazı kapıları kolay açabilsin. Yaşlı ve ağırlığı olan, MARKA olmuş bir karikatürcü büyüğümüz de olabilir elbet.

 

Diğer bir faktör ülkede karikatüre bir talep olması lazım. Ankara'daki Milli Eğitim Bakanlığı karikatürcülere okul öncesi çocuklar için hikaye kitapları siparişi vermeli, ilk okul çocuklarının ders kitapları karikatürcülere resimletilmeli.

 

Dergiler, gazeteler çizer aramalı.O zaman Türkiye'de çizerlik takdir gören ve aranan bir meslek olur.

 

Bu ne zaman olur? para ve kültür aynı kişilerde buluştuğu zaman olur.

 

(Şimdi aklıma geldi, Japonya karikatürcüleri çizgi film endüstrisine öyle bir sarılmışlar ki, porno filmleri bile çizgi-film olarak yapıyorlar, bizde Nasrettin hoca ve Keloğlan çizgi film yapılırsa bayram ediyoruz. Türkiye'deki çizerlerden ilk çizgi film yapan  Tonguç Yaşar'ın adını bilen var mı?)

 

Bu şartlarda karikatürcüler derneğinin doğal ve kendiliğinden bir ağırlığı olur.

Şimdiki kavga ise umarım cenazenin giysileri ve eşyalarının nasıl paylaşılacağı  kavgası değildir.

 

Karikatürcülük mesleği (eğer hobi değil de meslekse) çok sınırlı sayıda çizerin ve çok sınırlı alanlarda yürüttüğü bir faaliyet gibi geliyor bana.Yani hem sisteme muhalif olacaksın, hem de bana iş ver diyeceksin, Türkiye gibi ülkelerde bunun hayalini bile kurmak saçmalıktır.

 

Karikatürcüler arasında yaygın bir kanı var, karikatür baskı rejimlerinde gelişir, özgürlük rejimlerinde ise sadece eğlencelik karikatürler çizilir diye.

 

Öyle baskı rejimleri vardır ki karikatürcüleri kollar ve ödüllendirir, Eray Özbek'in deyimiyle kendi propagandası için havuç verir, öyle demokratik görünümlü rejimler vardır ki, bütün gazeteler bir kişinin elindedir tüm çizerleri işten atar, karikatürün k harfini bile sokmaz gazeteye.Bütün gazetelerde onun belirlediği gündem vardır.

 

Öyle ülkeler vardır ki her ailede, anne baba ve çocukların otomobilleri vardır ve zengin ülke çizeri de  bu savurganlığı eleştirmek için, beşikteki çocuğunun gelecekteki arabasını da minyatür halde yandaki beşik içine yerleştirerek, bebekle birlikte onun da büyüyeceğini ima eder.(veya ima etmelidir).

 

Kim demiş zengin ülkelerde iyi karikatür çizilmez diye.? Kim demiş demokratik ülkelerde çelişki bitmiştir, bu nedenle karikatür de çelişkiden beslenir, o halde demokratik rejimlerde iyi karikatür çizilmez diye.? Yoksa yarışmalara gönderilen karikatürlerle mi bu yargıya varıyoruz?  Türkiye'deki yarışmaya katılan çizerler arasında zengin veya demokratik ülke çizeri az olduğu için mi böyle düşünüyoruz? Belki de bizim ödül paraları onlara az geliyordur, olamaz mı? Belki de adamlar yarışmaya katılmayacak kadar profesyonel ve büyük görüyorlardır kendilerini? Belki adamlar amatör ruhlarını kaybetmişlerdir, olamaz mı???

 

Hiç onların kendi ülkelerinde nerelerde neyi çizdiklerini inceleme şansı oldu mu "zengin ve demokratik toplumlarda sadece güldürücü karikatür çizilir, düşündürücü çizilmez " diyenlerin.

 

Bu arkadaşlara sormak lazım, eğer bu düşüncenizde samimi iseniz Türkiye'nin otorite olmuş büyük çizerlerine niçin şu soruyu sormuyorsunuz;

" ey büyüklerim, niçin ulusal ve uluslar arası yarışmalara yarışmacı olarak katılmıyorsunuz, yoksa dünyanın Türkiye'de karikatür düzeyinin  düştüğünü sanmasını mı istiyorsunuz?"

 

Yada jurileri eleştiren kardeşlerimiz, niye jurilerdeki tanımış çizerleri juri oldukları yarışma konusunda çizmeye davet etmiyor?

 

Yoksa bir iki ödül alsalar sesleri kesilir mi?

 

Biz GÜC'e tapacağımız yerde, istiklal marşımızdaki gibi hak'ka tapmış olsaydık bu durumlara gelir miydik, lütfen düşünün.

 

Her gün soğan ekmek yiyen yoksula sormuşlar, "zengin olsan ne yersin?"

"soğanın cücüğünü" demiş. Garibim soğandan başka yiyecek bilmiyor ki.

 

Biz hep yoksulluk çektiğimiz için, belki de bu nedenle yoksullar iyi karikatür çizer zannediyoruz.

 

10) üretken bir cizer olarak, genc cizerlere önerilerin..

Bi kere üretken bir çizer değilim, on yıla yakın zamandır çizmiyorum. Tan Oral gibi şaka yollu gençlere de sakın karikatüre başlamayın filan da demiyorum. Tan Oral usta'nın bu ironisinde bu mesleğin zor ve güçlüklerle dolu olduğu dokundurmasını algılıyorum. Zaten hiç çizmeyenler veya çizmeye yeni başlayacaklar için söylüyor. Hatırladığım kadarıyla zaten çizmekte olan gençlere bir şey demiyor sanıyorum.

 

Kendimi olsa olsa üretken değil, usta da değil, ama tecrübeli  bir çizer olarak niteleyebilirim. Ekmeğimi çizerlikten değil, reklamcılıktan, grafik tasarım ve reklam tasarım ve yaratım faaliyetlerinden kazanıyorum.En büyük şikayetim bilgisayarda tasarım yaptığını sanan grafik eğitimi almamış kimselerin grafiker diye benim yarı maaşıma çalışmış olmalarıdır. Buna da grafikerler meslek kuruluşunun,  tüm matbaa ve reklam ajansı patronlarının ve tabii ki devletin göz yumuyor olması beni üzüyor. Sırtına beyaz gömlek geçiren hastabakıcının doktorluk yapması veya mübaşirin avukat cübbesiyle avukatlık yapması gibi bir şey bu. İşin garibi müşterilerin veya bu kimselere iş verenlerin hizmet kalitesinden şikayetçi olmamasıdır. Hastabakıcının yaptığı yanlış ameliyat, mübaşirin yaptığı yanlış savunmadan kimse rahatsız olmamaktadır.

 

Bilgisayarda iki satır yazıyı dizip yanına da resmi yapıştırana grafiker deniyor, ve onların yaptığı berbat şeyleri matbaalar basıyor ve müşteriler de beğeniyor iyi mi?

 

Tıpkı radyo reklamlarını televizyon reklamı niyetine seyrettikleri gibi.

 

Kimse cahillikten ve bilgisizlikten rahatsız değil.

 

Tıpkı şakacı programında yıkıldığı öne sürülen kale duvarlarına eliyle destek olup yıkılmayı önleyeceğini zanneden, dünyada eşi benzerine rastlanmamış  saf yurttaşlarımın sayılarının her gün bilinçli bir şekilde artmasından kimsenin rahatsız olmaması gibi..

 

Tıpkı çek kanununda çekin nakit para sayılması ve vadeli çek diye bir şeyin kabul edilemez olduğunu bile bile, vatandaşın bankada parası yokken, vadeli senet yerine vadeli çek vermesinin kanunsuz olduğu bilindiği halde buna bankalar dahil herkesin göz yummasından kimsenin rahatsız olmaması gibi.

 

Buna mukabil vadeli çek alınarak parası henüz tahsil edilmemiş bir faturanın KDV'sinin hemen tahsil edilmesinden kimsenin rahatsız olmaması gibi.

 

Yaşadığım ülkedeki insanlar hiç bunlardan rahatsız olmuyor.Askere yollanan gençler için sıkılan kurşunlardan, taraftarı olduğu takımın maçı kazanmasından sonra atılan naralardan ve kurşunlardan kimse rahatsız olmuyor. . Taa ki birisi kim vurduya gidene kadar.

 

İnanın güvenlik güçleri de rahatsız olmuyor.Olsalar müdahale ederler.Belki o takımın taraftarı polis kardeşlerimiz de aşka gelip bir iki mermi de çaktırmadan sıkıyordur.

 

Bir kilometrelik bir alana dikilen ve hepsinin de altında süpermerket  bulunan  ve birbirine 200 metre mesafedeki  ve içleri Cuma namazlarında bile asla dolu olmayan 4-5 adet  camiden, ve bu camilerden her ezan vakti birbirine karışan ve ne dediği anlaşılmayan ezan sesleri olduğu öne sürülen bu polifonik gürültüden  kimse rahatsız olmuyor.

 

Ama bu satırları okusalar eminim bu satırlardan rahatsız olurlar.

 

Barlardan, pavyonlardan, gittikçe artan fuhuştan kimse rahatsız olmuyor.

Ama bir parkın kuytu yerinde öpüşen genç kızla delikanlıdan eminim rahatsız oluyorlardır.

 

Şimdi genç çizerlere ne önerebilirim, bu yazıyı okuyup benden rahatsız olmadılarsa, benim rahatsız olduklarımdan onlar da rahatsızsa, bildikleri yolda yürüsünler ama her ne yapacaklarsa önceden çok iyi düşünsünler. Evleneceklerse, çocuk sahibi olacaklarsa, işe gireceklerse, işsiz kalma ihtimalleri varsa, boşanacaklarsa, hatta dövüşeceklerse önce çok iyi düşünsünler. hele hele çizeceklerse önceden çok iyi düşünsünler.Düşünmeden çizilen çizgi sadece desen ve resim olarak kalır, etkili olmaz.Çok etkili olursa başlarına iş de açar. Önceden çok düşünsünler.

 

Düşünce o çizgiye hayat verir, iyi düşünen iyi çizemezse bile iyi düşünmeyi öğrenmiş olması yanına kar kalır. İyi düşünce zayıf çizgiyle durumu idare edebilir, ama çizgi ve bilek zaman  ilerledikçe de gelişir. Düşünce ve çizgi mükemmelleştikçe taşlar yerine oturur. Teori ve pratik birliği gibi.

 

Evet bir şeyi yapmadan önce iyi düşünün. Bakın dünyanın büyük güçleri her şeyi önceden iyi düşünüyor, her olasılığı iyi düşünüyor, hatta küçük ülkeler adına da düşünüyor.

 

Küçük ülkelere de sadece yapmak kalıyor.

 

Siz de büyük ülkelerin yapacaklarını önceden düşünmeye bakın.

Osmanlıdan bir hiciv sözü;

"Çok düşünen kafalara zararlı fikirler üşüşür,

Büyüklerimiz her şeyi bizden daha iyi düşünür"

 

Bu söz üzerine de iyi düşünün.

 

Faruk Çağla

 

13 Nisan 2006